30 Nisan 2013 Salı

Arkataş


      Bu şehir gayet kalabalık, adam deryasıdır. Etrafı mamur köylerdir. Halkının yüzleri sarımtıraktır. Çünkü bu diyar afyon diyarıdır.
     Diyor Evliya Çelebi Afyon için..
     Benim tepkim ise şöyleydi, kaleden panoramik bir bakış atıyorken manzaraya; “Beş yılımı geçireceğim yer burası mı Allah aşkına?” Çoğumuz buna benzer sözlerle başladık Afyon macerasına kabul edelim. Ama başta ben, ve hepimiz de gözden kaçırmışız en önemli şeyi.. Oysa Seyyah-ı Alem daha ilk cümlesinde altını çiziyordu:
     İnsan..
     Öyle ya; bir şehrin coğrafi özellikleri, iklimi sana göre olmayabilir. Mimarisini, yapılaşmasını sevemeyebilirsin. Ama insanlarını sevmemek ya da sevememek gibi bir durum olamaz. İnsanı sevememek diye bir şey olamaz.. Dünyayı güzel kılan asıl etkendir insan. İnsanları seversen her şeyi seversin; dünyayı da şehirleri de..
      Kaleden bakarken hesaba katmamışım bunu, acemiliğime verilsin. Olması gerektiği üzere, zaman bunun acısını çıkarttı benden. Dersimi verdi. Tokatlarını peşi sıra indirdi yeri geldikçe.. Her yeni gün, her yeni birini bildikçe.
     Hazırlık sınıfında başladık ya elimizdeki keseleri doldurmaya; her yeni gün, her yeni sınıfta yeni kişiler koyduk keselerimize. Doldurdukça doldurduk. Zenginleştikçe zenginleştik günden güne. Bu yürekler ne kadar geniş.. Bu keselerin dibi yok. Doldur doldurabildiğin kadar..
     Ve nihayet başladık ya birinci sınıfa.. İşte uzun bir süre konaklayacağımız bir liman. Koca dört yıl geçecek bu soğuk beton kütleler arasında; ama onca insanın da sıcaklığı arasında. Gel de heyecanlanma. Gel de sevinme.. Onlarca yeni insan yahu; onlarca yeni kimse bileceksin.. Onlarca yeni tat, onlarca yeni renk.. Kocaman bir gökkuşağının içindesin. Kim bilir neler yaşayacaksın. Kim bilir neler paylaşacaksın. Bitmez bu dört yıl. Bitmesin de zaten. Koca dört yıl; sonu gelmez.
     Ama o da nesi.. Bitmiş bile. Uyuduk uyanamadık olmuşuz göz göre göre. Bir hışımla geçivermiş de durduramamışız zamanı. Yaşadığımız onca anı, tonlarca hikaye kar kalmış yanımıza. Asıl kazancımız ise; o hazırlık sınıfında doldurmaya başladığımız keseler. Tepeleme doldular şimdi. Keselerin ağzını bağlayıp cebimize koyma zamanı geldi.. Evet, bu hikayenin gerçekten de sonuna geldik. Şükür ki güzel bir hikaye yaşadık; onlarca baş karakterle aynı yerde, aynı anda.
     Notlarım arasında rastladığım üç beş satıra yer vermek istiyorum, durumu özetleyen.. Şöyle diyor acemi şair:
Nasıl d a geçmiş zaman,
Farkına varmadan..
Tam beş yıl bu şehirde;
İlk gün daha dün gibi..
Üzülsek de sızlasak da,
Ayrılık çok yakında,
Her şey açıkta gün gibi..
Üzülsek de sızlasak da,
Yollar ayrılıyor yakında..
Vedanın rengi hüzün gibi.
Bu veda..
Her veda gibi olmasın;
Mesafeler dostluğa engel olmasın.
Bu veda..
Her veda gibi olmasın;
Bu güzel hikaye yarım kalmasın..

     Ayrılığa içerlemiş besbelli.. Güftesinin ismine 'Veda' demiş.. Kolay değil ya yıllarını paylaştığın insanlardan ayrılmak. Bırakın içerlesin..
     Orta Asya Türkleri, savaş esnasında arkadan gelecek saldırılara önlem amaçlı sırtlarını büyük taşlara yaslarlarmış. Böylece arkalarından gelecek tehlikelere karşı kendilerini güvende hissederlermiş. Yaslandıkları taşa da 'arka-taş' denirmiş.  Arkadaş kelimesi de, bu timsal ve isimden türeyerek oluşmuş..
Allah kimseyi yalnızlıkla imtihan etmesin.
Allah kimseyi arkataşsız bırakmasın..
     Evet.. Affan Dede'ye para saysak da satmayacak bize çocukluğumuzu..
Yaşadık bitti. Geçmiş geçmişte kaldı. Ama neyse ki gelecek yaşanmadı henüz.
Her şey elimizde.. "Keşke"siz, "Yazık oldu."suz bir gelecek inşaa etmek; yarınları güzel renklere boyamak, en güzel çiçek bahçelerine çevirmek elimizde..
Yolumuz ve bahtımız açık olsun sevgili arkataşlar.
Kırmızı pabuçlarımız olsun. Güzellikler bizimle olsun..

 "Ilık bir çayın da hatırı olmalı bir yerlerde; ve en az 20 yıldan başlamalı bence."
 -Kübra Dağ-

e.p

26 Nisan 2013 Cuma

Nehir Kıyısındaki Yalnız Buffalo

sırtımı verip
kahverengi
dağlara
kafamı daldırmak istiyorum
suya
su için değil
merhaba demek için
balıklara
çünkü ben de
korkuyorum
yalnız kalmaktan
yalnız değilsin
nehir kıyısındaki yalnız buffalo

e.p

22 Nisan 2013 Pazartesi

Kıskançlık

Bu gece..
Hüzün, bana dönmüş yüzünü,
gözlerimde nem..
Ağlıyor hıçkıra hıçkıra elimde kalem..
Olsun..
İyidir bazen gözyaşı
serinlik gibidir, bastırmadan pişmanlık..
Çünkü dolaştıkça yakıyor,
damarımda kıskançlık.

(Bir otobüs durağının, bir market girişinin, bir kitap ayracının ve hatta bir gözlük bezinin kıskanılabileceğine inanalarla aynı köydenim..)

e.p

14 Nisan 2013 Pazar

Bir Meltem Esti, Fırat Nehri Üstünden

Van'dan bir arkadışım geldi..
Xer hati(evet Hemşince tek bir kelime bilmiyorum).
İsmi lazım değil, Fırat Nehri kadar koca yürekli bir kardeşim.
Oturduk laflıyorken gönül meselelerine geldi konu, gecenin bir vakti.
Sevdiği kızı bir başkasıyla evlendirdiklerini zaten biliyorduk.
Telefonda, "Vermezlerse kaçırırım seni." deyişini daha dün gibi hatırlıyorum..
Avuç kadar yurt odasında, dünyalar kadar büyük bir meydan okumaydı şüphesiz.
Gel gör ki olmadı..
Geçtiğimiz günlerde karşısına çıkıvermiş kızcağız; ismi lazım değil, bir Meltem Rüzgarı gibi aniden.
Kucağında çocuğuyla ve arkadaşımın deyimiyle hala aynı güzelliğiyle.
"Ne yapacağımı şaşırdım." dedi arkadaşım..
Dudakları büzüldü, sesi titredi; benim içim titredi..
Düşünsene.. Başkası sarılmış, elini başkası tutmuş, başkasının olmuş; sevmediği bir adamın sıvısı bedenine bulaşmış da bir çocuğu bile olmuş.
Gözleri doldu, gözlerim doldu..
Koca adamlar olmasak, birbirimizden utanmasak oturup ağlayacağız o derece.
Akıl alır gibi değil.. Tahammül edilebilir gibi değil; koca bir hayatı, dikdörtgen bir betonun içinde sevmediğin bir cüsseyle geçireceksin..
Tanımadığın biri.. Bir başkasıyla yaşayacaksın bir ömür boyu.
Eyvah eyvah. Allah yanında olsun inşallah Meltem Rüzgarına benzeyen kız.

Uyuttum bizim genci.
Kendimi düşündüm sonra; on yıl geçtikten sonra mesela, 34 yaşındaki ben... Böyle bir şey olsa nasıl olur acaba? Ne hissederim?
İstanbul'da, Ankara'da, Bursa'da.. Efendime söyleyim; mesela Rize'de, Malatya'da, Londra'da, Paris'te, Tokyo'da, Mekke'de..
Dünyanın herhangi bir yerinde işte, çat diye karşıma çıkıverse; kucağında çocuğu, kendisi kadar güzel.
Ne kadar güzel bir çocuk, ne kadar çirkin bir çocuk(çocuklar çirkin olmaz. Hiçbir yaratılmış çirkin olamaz).
Belki de sevmediği birinden; belki de kendisini sevmeyen birinden..
Sevmediği ya da tarafından sevilmediği biri?
Ama aynı çerçeve içinden olduğu biri..
Düşünsene; sevmediğin bir arabayı arkadaşın satıyor diye satın alıyorsun.. Arkadaşının hatrına.
Yazık.
Ne derece tahammül edilebilir bir tablo olurdu diye düşündüm; tahammül edemedim de salıverdim ağladım; içten içe Allah'tan, Fırat Nehri yürekli arkadaşıma çaktırmadım hiç.
Hem uyuyordu zaten.

Elton John abimizin dediği gibi: "Jealousy burns."; "Kıskançlık yakar."
Aynen öyle.
İşte bu cümleye inananlarla aynı köydenim.
Bir kitapta, "Bazen insanlar; olan şeyleri değil de, olma ihtimali olan şeyleri kıskanır." gibi bir cümle geçiyordu.
Gerçekten öyle..

Ve buna neden HBÇ'de yer veriyorum?
"Acılar paylaştıkça azalır." dediler diye.. Belki bir faydası olur.
Bir arkadaşım şuna benzer bir şey söylemişti: "Abi yazma böyle şeyler; okuyoruz, ağlıyoruz."
Ağla tabi.. Sadece Fırat Nehri Yürekli mi ağlasın. Sen de ağla. Gözyaşı söndürür belki yangını.
Ha gayret.. Çanak tutun azcık.

Akıl Adam Yılmaz Erdoğan abimizin hatırlattığı üzere; "İnsan nefsine ağır gelen, hakkında hayırlıdır derler."
İnşallah diyelim.
Psikolojideki 'mantığa bürünme' mekanizmasına da benziyor biraz.
Hayırlısı diyelim..

Turist Ömer selamı verip; "Haydi eyvallah." demek, sırtını dönüp gitmek zor.
Hoş beklemek usandıracak değil. Hem sevmekten kim usanır.
Ama hayat; aynı ismi taşımaktan zevk duyduğum Yunus Emre'nin mısraları kadar gerçek: "Bir bahçeye giremezsen, durup seyran eyleme."
Evet evet.. Hayat bazen çok acımasız.
Sağlık olsun.

(Otlu peynir getirmesen de; Van'dan kalkıp ziyaretime geldiğin için, ısmarladığın çay için, tasavvuf konserinde bana eşlik ettiğin için ve hikayeni yazımda kullanmama müsade ettiğin için teşekkür ederim Fırat Nehri yürekli arkadaşım(spas dıkım). Hakkında en güzelini, layığını dilerim).

e.p

Çünkü

Çünkü;
Savaştan sonra ülkeler perişan, şehirler viraneye dönmüş..
Avusturya..
Hükümet bakıyor "Yahu neresinden tutalım da adam edelim memleketi."diye düşünüyor. Karar veremiyor.
Akıllının biri diyor ki: "Halka soralım."
Soruyorlar da.
Halkın cevabı şu: "Önce opera binalarını onarın."
Çünkü;
Mozart öldükten sonra, eşi gidiyor Danimarkalı bir diplomatla evleniyor.
Diplomat ölmeden önce şunu rica ediyor: "Mezar taşıma 'Mozart'ın eşinin ikinci kocası' yazın."
İşte bunlar Avrupa'nın sanata bakış açısı.
Bizim sanata bakış açımız: Sertaç Ortaç.

Çünkü bizim memlekette en güzel sesi(Obez Türkiye), en yetenekli kişiyi(Yeteneksizsiniz Türkiye), en iyi filmi(Antalya Altın Portakal Film Kasası) Hulia Avshar seçiyor..
Merak ettiğim; bunları hangi sıfatlarla yapıyor?
Oscar ödüllü bir oyuncu?
Emmy, Grammy ödüllü bir sanatçı?

Derdimiz büyük derdimiz..

Her neyse, bütün bunlara rağmen; Afyon'a kemanı, piyanoyu, viyolonseli, flütü getirenleri bir alkışlayalım hele.
Allah razı olsun.
Kolay değil 12. düzenlenen bir müzik festivali.
Helal olsun. Teşekkürler sonsuz.
Millet Hamamı'nda güzel anlar yaşadık.
'Kuzeyin Kalesi'nin yanı başında.
Hem aşk olsun bize;
Çellist için "Kurt adam kılıklı, Nemrut", piyanist için "Aman ne ukala be." dedik de sonradan hepsini ne kadar da sevdik.
Bir tek flütçüyle eritemedik buzları. Ama o da çok kızgın bakıyordu be..
Ve en çok da kemancıları sevdik.. Oy oy hepsi birbirinden şeker.
Daniel; güzel adamsın vesselam. Şirin adamsın vesselam. Kemanına sağlık.
Düşünsene mesela Daniel eşini dövüyor. Piyanist sevgilisine sövüyor. Ya da çellist yere tükürüyor.
Mümkün değil.
Hayal edilmesi bile zor.
Sanatçı adamdan zarar gelmez demem o ki.
Ne kadar sanat o kadar iyi . Ne kadar sanatçı o kadar iyi bir memleket için.
"Türküleri olan adamın yüreği güzel olur." derler ya, o hesap.

Bu arada.. İmaret Şadırvanı'ndaki o "Ya bunu nasıl yapmışlar?" mevzuu, gerçekten de insanlar abdest alırken dedikodu yapmasınlar diye düşünülmüş olabilir; 'sevgili arkadaşım(arkaaşım) Tuce' haklı olabilir.
İmaret Şadırvanı'nın akustiği, Millet Hamamı'nın akustiğiyle yarışır.. Orada da bir etkinlik düşünülebilir bence.
Çok güzel olur..
Mevzusu geçince geçenlerde yaşadığım hadiseyi anımsadım; şadırvanda, tam benim olduğum yerin karşısında teyzenin biri vir vir vir anlatıyordu..
Her şeyi çok net duydum.
Elimde koz var; yaktım seni hanım teyze!
Oranın akustiği bir harika.
Etkinliğin 13.sü için neden denenmesin; organizatör 'Hüseyn Abee'yle(herkes öyle sesleniyordu) konuşmayı düşünüyorum.

Evet, hepi börtdey Anna.
Yahu nasıl da utandı sahnede doğum gününü kutladılar da.
Yahu sen iyi ki doğmuşsun. İyi ki keman çalmasını öğrenmişsin de taa Prag'lardan gelip bize keman çalmışsın..
Kemanın asaleti sana; senin asaletin kemana.
Var ol, güzel yaşa inşallah Anna. Allah seni hiçbir zaman yaptığın bir beste için "Toplum beni anlamadı." durumuna düşürmesin.

Bir de; bu festival süresince fark ettim ki; ben viyolayı kemandan çok seviyorum.
Ve üzeri güzel insanların güzel imzalarıyla dolu koca bir afişimiz var şimdi.. Ne mutlu bize.


(Afyon 12. Klasik Müzik Festivali Panoraması)

e.p

6 Nisan 2013 Cumartesi

Gülyurt Manzaraları

Ağzımdaki yarım kiloluk çam sakızı artık tahammül edilemez bir hale gelince, bir yere oturup mola vermeye karar verdim.
Yollar bacaklarımı, sakız çenemi, düşünceler beynimi yormuş yeterince..
Sindim Yeşilyol Gülyurt'a.
Bir çay molası verdim; hem belki üç beş de kurabiye yerim.
"Erdal Abi çay banaaa.." (Afyon'da en iyi çay Gülyut'ta bu arada).
Oturdum yerime; kahverengi deri ajandam yanımda, içinde sarı/yeşil  kağıtlarım.
Bir de uyduruk bir kitap var; okur muyum bilmiyorum.
Ama kalemi yerinden çıkardığıma göre yazmaya niyetim var.

Nereden başlasam?
Hee şunlardan mı?
Yaşlı teyze, ve karşısında genç biri.
Kızı mıdır bilemedim. Ama gülüyorlar ne güzel.
Allah daha çok güldürsün inşallah.
Kahvaltılarını yaparken nasıl da eğleniyorlar. Nasıl da mutlular..
Tost var, yanında biraz sebze; çay da iyi gözüküyor.
Ama bir dakika..
Hayır. Yapmayın bunu.
Boş İşler Güçler'den bir sahneyi hatırlayarak gülmeyin sakın.
Yok yok.. Sakın ha yapmayın öyle bir şey.
Sakın gülmeyin o salak şeye. Pardon; o salakoğlu salak şeye.
Hem insanlar, vücuttaki tüm organlar ve tüm akrabalık ünvanlarının kombinesiyle oluşturulmuş küfürler silsilesine sarılmış; kaliteden yoksun, bayağılıkta bonkör bir paçavrada ne buluyorlar anlayamadım.
Hoş onlar da benim L&M'de ne bulduğumu anlayamıyorlar ya neyse.
L&M, televizyon tarihinin en orjinal yapımı olduğu için seviliyordur belki de. Ve bir gram küfür içermediği için.. Bu yeterli bir sebep bence.
Bazen bazı şeyleri acımasızca eleştiriyorum evet; ama hak etmeyene lafım yok ki.. Kimsenin tavuğunu gereksiz yere ürkütmedim şükür ki.. Biri cinayet işlediğinde "Saygı duyarım.. Ben karışmam." diyemezsin mesela. Onun gibi; göze çarpan bir seviyesizliği de dile getirmek gerekiyor ve bu da bize düşüyor sanırım.
Neyse, afiyet olsun size.

Yan masadaki kız..
Ah be kızım.. Ah be güzel kızım..
Yahu bırak şu elindeki sigarayı, hiç yakışmış mı Allah aşkına.
Ne kadar da narinsin.
Yahu bırak şu sigarayı da Dünya Güzeli yapalım seni.
Tamam Türkiye Güzeli olsun.
Yahu tamam Afyon Güzeli yapalım..
Tamam tamam Gülyurt Güzeli; ama at o sigarayı yahu.
O ağzın nasıl kokuyordur şimdi Allah'ım Allah'ım.
Hem bak evlenirsin bir gün; şimdi ağzında keyifli keyifli o tütün dumanını dolandırmak uğruna, on yıl sonra çocuğun olmaz dayanırsın kapıma "Yaa sen söylemiştin." diye..
Gerçi söylemedim. Yazdım sadece..

Aa o da nesi bizim Slovaklar. Üçü de birlikte.
Dur bakayım, fark ederlerse beni bir çay ısmarlarım..

(3 dk sonra)
Fark etmediler, geçip gittiler :(
Ama ben onların Migros poşetlerini fark ettim.. Taradım adeta; beyaz peynir, süt, çikolata vs.
Beyaz peyniri öğrenmişler ve sevmişler besbelli. E güzel.

Nerde kalmıştık;
Al işte.. Not düşülmesi gereken bir kızcağız daha..
O kız..
Elinde iphone'u, ayağında alafranga bir çizmeyle; o kız..
Başında türbanı, bacağında taytla; o kız.
A be kızım; tamam gerçekten de dikkat çekiyorsun(buysa amacın).
Tamam gerçekten de seksisin(buysa amacın).
Ve bunu amaçlamıyorsun büyük ihtimalle ama gerçekten de komiksin.
Yok yok; esprilerini falan duymadım.. Ya da fıkra anlatırken dinlemedim seni.
Ama bu resim gerçekten de komik.
Şimdilerde, arkadaşlarımca Cuma Namazı'nda görülen Çelik'in; zamanında şarkı sözünü değiştirip "Ya Rab" yerine "Ah yar" deme çabası kadar komik.
Bu kızcağızın hali bana 'lahana-perhiz' muhabbetini hatırlattı.
Bir de 'altı kaval, üstü şeşhane'yi.
Bu hal; Çavuşbaş'ta bir hamamda, Prag'lı bir sanatçının viyolonselinden çıkan bir do major sesi kadar enteresan.
Bence..

Yahu bir baktım.. "Neden hep kızlardan, teyzelerden bahsettim?" diye düşündüm.
E burası kadınlar matinesi gibi.
Orta yere kurulmuş ben ve hemen karşımdaki çiftin erkek üyesi hariç.
Karşımdaki çift..
Ne kadar güzelsiniz. Allah bozmasın inşallah ne diyelim.
Mutlu olun hep.
Bak bak Middle Coffe'yi aldılar ellerine okuyorlar.
Oysa bunları geçen yıl yazıyor olsaydım; "Puzzle Time'ı aldılar ellerine okuyorlar ve ellerindeki yayını yan masadaki adamın yaptığını bilmiyorlar." diye yazacaktım.
Yine de hoşuma gitti.
Yok yok kibir değil. "Taklitler aslını yaşatır." tribine girecek değilim.
Ama resmen taklit edilmişiz yahu, enteresan.
Ve ben tam bunları yazarken Mustafa'nın beni araması daha da enteresan.
"İşte ben buna şaşıyorum." (Topaloğlu Mustafa bu cümleyi anlar).

Çiftimize dönelim..
Daha doğrusu delikanlıya.
Bak sana naçizane bir tavsiyem var.. Hoş bu konularda ahkam kesmek haddime midir o da muamma; diyebilirsin ki "Varsa ilacın sür kendi başına.."
Ama en azından şunu söyleyeyim; sen sen ol, hep sev bu kızı.
Asla ve asla bir eti sevme. Deneme bile.
Yahu canın et çekerse, kasaptan bol ne var. Ya da git bir kebapçıya.
Ama sakın ha sakın; bir eti sevme, gözümdeki güzel imajınıza gölge düşürme.
Ve ben kalkışacak olursam böyle bir şeye, tabancayla vur beni. Başkası değil bak sen yap bunu. Bugünün gayrı resmi antlaşması olsun bu da. Birbirimizi tanımıyor oluşumuza rağmen.
Hem bak kabul edersen, bir şarkı armağan ederim size.
Daha yeni yazdım.. Adı, 'Veda'.
Ben okulun bitiyor oluşu üzerine yazmıştım gerçi ama şu tevafuklara bak sen..
Müslüm Baba'nın  kırkı çıktıktan sonra piyasaya sürülecek albümünün ismi de 'Veda' olacakmış..
Ve 'Köprüleri Atmak' isimli bir filme de fon müziği olmak nasipmiş bu şarkıya..
Köprüleri Atmak; 'Duygu Öğütme Makinası' başlıklı bir yazıda bahsi geçiyor.
Veda; sadece üniversite arkadaşlarına değil de, her türlüymüş meğer.
"Neye niyet, neye kısmet." diye buna deniyor sanırım.

Merhaba, yeşil kıyafetli 'Caddedeki tozların yerini değiştirici' amca..
Allah kolaylık versin. Keşke sana yardımcı olabilsem.. Ama en azından gofretimin ambalajını yere atmıyorum. İnşallah bunu göz ardı etmiyorsundur. Elimden gelen bu senin için.
Hem keyifli keyifli çayımı yudumladığıma bakma.
Hani dünyada sadece Pamuk Prenses var cadıdan daha güzel ama onun da yatağı kötü ya.
İşte o misal; senin doğum günün sadece bir doğum gününden ibaretken mesela, benimki daha fazlasını ifade ediyor..
Benim doğduğum gün, bir doğum günü olmaktan fazlası maalesef..
Şimdi burada yaz desen yazamam.. Ama yanıma gelip de soran olursa kulağına fısıldayabilirim.
Başkasına söylememek kaydıyla.

Muhtemelen; o küçük beyaz süs köpeği, tasmasının ucundaki elin bağlı olduğu bedeni kahramanı olarak görüyordur.
Hem belki de balonunu yakaladığım çocuk da beni..
Maşallah sana; şöbiyetin şerbetinden tatlısın.

Hoppalaaa..
Kağıdım bitti.. Çayım da, kurabiyelerim de..
Ve müezzin rica etti, "Azcık da buraya gelin." dedi; şöyle seslendi: "Allah en büyüktür.. Allah en büyüktür.."
Biliyorum.. Ve biraz bekleyin, geliyorum.
Hedef, Yeşil Cami.
Sagopa Kajmer'e benzeyen imamı pek severim..
Kuşkularına bir kuş konmuş.. Saçlarında kış..


e.p

Duygu Öğütme Makinesi

"May neym is Sayid..
Sayid Carrah. Ayem fırom Tikrit, İrakk."

O meşhur Cumhuriyet Muhafızı Sayid Carrah.
Hani o Lost Adası'nın bıçkın delikanlısı.
Hani o "Nadya da Nadya" dedi dedi de, sonra gitti Şenon'a 'Kayıp Ada'da 'aşk yuvası' kurdu elleriyle; üç beş bambu, biraz da paraşüt beziyle.
Çakma aşık Sayid Carrah.
Çakma sadık Sayid Carrah.
Duygularını parçalayabilmeyi ve bir eti sevebilmeyi, muhafızlık yıllarında çokça kullandığı 'belge imha makinesi'nden öğrenmiş olabilir.
Ama herkesin ilham alabileceği, tonlarca belgeyi yok ettiği bir 'belge imha makinesi' olmayabilir..

Kasapta kıyma makinesi; koca ineği hamburger köftesine çevirir de madara eder.
Aktarda kahve öğütücü; ayrı ayrı duran taneleri "Gelin kaynaşın bakayım." dercesine öğütür, un ufak eder de birbirine katar.
Veya Sayid'in belge imha makinesi; gerçekleri, belgelenmiş şeyleri çatur çutur 'hiç'e çevirir.

Nasıl da her şeyi düşünmüşler..?
Kasabın, aktarın ve Sayid'in işi kolay.
Peki nerde, zor süreçleri atlatmak için kullanılacak 'süreç kıyma makinesi'?
Neden icat etmemişler, insanları sıkıntılarından kurtaracak bir 'sıkıntı imha makinesi'?
Sorarım size, hani neden kimse yapmayı becerememiş bir 'duygu öğütme makinesi'?
Olsa ne güzel; doldur doldurabildiğin kadar. On dakika sonra yepyeni birisin.
Duygusuzun tekisin.
Belki adanın muhtarı bir Benjamin Linus bile olabilirsin.
Kim bilir belki de bir Erdal Bakkal bile olabilirsin.

Hani bazen derinin yüzüldüğünü hissedersin ya.
Ciğerine kaynar demirler döküldüğünü hissedersin.
Gırtlağına kancalar takmışlar, asılıyorlar sanki.
Gözlerinin görmez olduğunu; ellerinin, dizlerinin tutmadığını hissedersin.
Çünkü aşk, çok güçlü mered. Kimse onun kadar sert vurmuyor.
Vurunca acıtmakla kalmıyor.. Felç ediyor mübarek.
Ve yoksa kısa yoldan bir çözümün, yoksa elinde bir ilaç veya bir makine; yollara düşüp Mecnun olmaktan ya da acıdan sevk duyar hale gelip Fuzuli'ye dönmekten başka çare yok.
Acıdan sevk duyabiliyor olmak biraz mazoşistçe olabilir tabi.. Ama Fuzuli bunu sevdiğine göre vardır bir hikmeti.
Neden olmasın?
Ve hiç süphesiz; Fuzuli olamayanlar için çok gerekli, bir 'duygu öğütme makinesi'.

Vurmuşlar tokadı ağlatmışlar ciğerlerim açılsın diye, sonra demişler ki: "Adı 'Aşık' olsun."
Manasını bilmişleri mi, başına ne işler açılacağını tahmin etmişler mi bilemiyorum. Karşısına bir 'Gönül Ateşi' çıkar mı diye düşünmüşler mi bilemiyorum.
Ama ismin gereği gibi de olmuş..
Puzzle Time vasıtasıyla muhabbet kurduğum bir işletme sahibine sorardım: "Naber abi, nasılsın?"
Ve şöyle derdi: "Gariban ne yapar? Çalışır."
O misal işte.
Herkes işini yapıyor;
Gariban çalışıyor..
Yağmur ıslatıyor, ateş yakıyor, 'Aşık' seviyor..
Herkesin işi belli.
Allah, bu ismi taşıyan bünyeye ne kadar da çok vermiş bu 'sevme' kabiliyetini(şükür).
O kadar çok, o kadar çok ki damarlarımda geziyor. Ve bazen de boşa akıyor; yazık oluyor..
Ve bu, vali konağının önündeki köpeğin elimi yalamasıyla tüketebileceğim cinsten bir çokluk değil.. Sonu gelmiyor.
Damarlarımda geziyor;
Parmaklarımın ucundan dökülüyor.. Boşa akıyor..
Ve bu israfı umursamamanın çaresi, bir 'duygu öğütme makinesi'.

Hani bazı arkadaşlarınla maç izlersin, bazılarıyla maç oynarsın..
Bazılarıyla pikniğe gider, soğanı elinle kırar da yersin; bazılarıyla şık bir mekanda Çakapuli yersin.
Kimiyle adaçayı içersin, kimiyle kuşburnu..
Ve kimiyle Rize Çayı içersin; senin bardağın onunkinden biraz daha dolu.
Bazısıyla müzik dinlersin, bazısıyla müzik yaparsın..
"Gel bir şarkı yazalım." dediğinde belki de yalnız kalırsın.
Yahu biriyle film izlersin de tiyatroya başkasıyla gidersin..
Biriyle oturur bir şeyler okursun da yazmaya sıra gelince yalnız yazarsın.
"Gel diğer insanların perspektifinden görmeye çalışalım dünyayı ve olayları." dediğinde yalnız kalırsın belki.
"Gel farklı açılardan bakalım"da yalnız kalırsın.
Çok kişi "Yağmuru seviyorum." der de, "Yağmurda koşalım."da yalnız kalırsın.
"Yağmuru seviyorum." deyip de yağmur yağınca şemsiye açanlara tek başına şaşarsın.
Yol kenarındaki dilenciye bir lira sen verirsin, iki lira yanındaki verir de; "Gel sokak çocukları için bir şeyler yapalım." dediğinde eşlik edebilecek başkasını bulmak zorunda kalırsın.
Caddelerin pisliğine beraber söylenirsin de "Gel geri dönüşümle alakalı bir şey yapalım." dediğinde eşlik edebilecek başkasını bulmak zorunda kalırsın.
Herkes çokça şeyden şikayet eder de; "E gel karanlığa biz bir mum yakalım." dediğinde eşlik edebilecek başkasını bulmak zorunda kalırsın.
Yakınmasını herkes bilir de "Gel bunu dile getirelim, itiraz edelim." dediğinde eşlik edebilecek başkasını bulmak zorunda kalırsın.
Herkes kuru kuru "İnsanlar mutlu olsun." der de bunun için çabalamak gerektiğinde yanında çok kişi bulamazsın.
Farklı şeyleri, farklı kişilerle yapman icap eder;
Hepsini tek bir kişiyle yapabilmen mümkün olmaz çoğu zaman..
Ve öyle birini bulduğunda da kaybetmek istemezsin doğal olarak.
Ve parmaklarının arasından süzülüp gitmesi canını yakar doğal olarak.
Masanın üzerinde yan yana duran, manyak bir müşterice üzeri yeşil bir kalemle çizilmiş bardaklar kadar;
Çılgın At ve Hüzünlü Gergedan isimli iki Kızılderili'nin yayından çıkan; aynı ava doğru giden oklar kadar paralellik teşkil eden insanların, aralarında bir paravanla serüvene devam edecek olmaları düşüncesi can sıkıyor doğal olarak..
Düşünsene mesela; aynı otobüste gidiyorsun, aynı yere gidiyorsun ve arada bir başka yolcu olduğu için birbirini göremiyorsun.
O kadar yakınsın.. Ama o kadar da uzak.
Oysa birliktelikle daha güçlü olunabilir, hedeflere daha emin yürünebilir.
Daha güzel şeyler yapılabilir.
Yahu bu oklar aynı yöne gidiyor. Bu okların amacı aynı.
Bu oklar birlikte hareket etmeli.
Yahu bu otobüs aynı durağa gidiyor işte.
İşte bu durumun görmezden gelinmesi gerçekten de üzüyor.
"Kafaya takma bee"nin belki de tek mümkün yolu ise, bir 'duygu öğütme makinesi'.

Parmaklarının arasından süzülüp giden derenin suyu gibi, sarılıp tutamadığın yağmur gibi;
"Parmaklarımı sıkayım, kollarımı kavuşturayım da aralardan geçmesin." dersin de beceremezsin..
Yazık olur; işte böyle..
"Biraz oraya, biraz şuraya, biraz ona, biraz buna." diye, "Biraz Aziz Juso'ya, biraz annemin ineğine, biraz iyi niyetli hocaya, biraz güler yüzlü köfteciye, biraz şu parktaki kırmızı çiçekli ağaca, biraz cadde manzaralı banka, biraz apartmanın maskotu sarışın çocuğa; biraz kulağında küpesiyle, kolunda dövmesiyle Cuma Namazına gelmiş delikanlıya, biraz davudi sesli Otpazarı Camii İmamı'na, biraz Mevlevi Camii Avlusu'na" diye üleştirirken sevgini; "İşte çoğu da sana." diyebileceğin birini kaybetmek istememen normal.
"Bunun için her şeyi yaparım.. Her şeyi göze almaya varım." dersin.
Bu, en radikal şeyleri denemek olabileceği gibi; duygularından vazgeçmek bile olabilir.
Komiteyi çağırın, heyeti getirin.. Rekorlar Kitabı'na girmeli bu hadise.
Fedarkarlıkta sınır tanımamak adına duygularından vazgeçmeyi deneyen adamı kitaplar yazmalı..
Evet belki de duygularından vazgeçmeyi bile denersin.. Denersin de becerebileceğin meçhul.
Sırf kaybetmemek için, bunu bile denersin.
İşte bu noktada çok gerekli, bir 'duygu öğütme makinesi'.

Evet, sonunu göremediğin bir yolda yürümek deli işi, bu belli..
Hani tren yolunda mesela; karanlık sonu.. Ama "Yine de yürürüm." dersin. "Çünkü benim gözüm o karanlıktan daha kara."
Alice'in ormanda kayboluşu gibi; koca bir belirsizlik içinde bile "Ben varım." dersin. Çünkü delisin.
" 'Sevmek, birçok şeyi göze almak' değil de nedir?" dersin. Çünkü gerçekten de seversin.
Ve belki de bunların hepsi nafile, anlatamadığın sürece; ya da anlatırsın da karşındakini inandıramadığın sürece.
Ve muzlu, ve çilekli, ve kavunlu, naneli, vesaireli; 'şıpsevdi' sakızıyla işin yok.
Çünkü aşk, ağızdaki bir sakızdan fazlası.
Yahu biz "Tebessüm sadakadır."a inandık.
Yoksa, 'şıpsevdi' sadece bir sakız markası..
Evet..
'Karanlığa yürümek..' (böyle bir film var mı bilmiyorum ama güzel bir film ismi olabilir).
Karanlığın üzerine üzerine yürümek o kadar zor ki; yolun sonunda referans alabileceğin, ona doğru gidebileceğin bir ışık görmeden.
Bu karmaşaya direnmek o kadar zor ki.
Ve bu süreçte yalnız olduğunu hissetmek o kadar çirkin ki.
Tüm acıların, sıkıntıların sende toplandığını bilmek o kadar çirkin ki;
Güzel bir kızın ağzının sigara kokması kadar çirkin.. Ve yine aynı ağızdan çıkan bir "Lan" kadar çirkin.
Hem bu arada; güzel kızlar köşelerine çekilip, cümlelerin altını çizerek kitap okumalıdırlar zaten.
'Muhabbet fedaisi' olabilmek adına.
Hem sustuk da kime yarandık Allah aşkına? Konuşmakla varılır hedefe.
Düşerken duramazsın, susarken anlatamazsın; bu böyle.
Husumete ya da susmaya yetecek kadar vakit yok..
Öyle öğrettiler bize.
Ve al sana iki film ismi daha:
Birincisi; yazıp yönettiğim, 'Gemileri Yakmak'. Ana fikri, her şeyi göze almayı öğütlüyor. Gişe başarısı vasat.. Eleştirmenlerce beğenilmedi.
Ve ikincisi; güzel bir yönetmence çekilen, 'Köprüleri Atmak'. Bir dram. İzleyeni ağlatıyor. Gişede iş yapıyor..
Allah aşkına.. Nerede bu 'duygu öğütme makinesi'?

Yok yok..
Güvendiğim dağlara kar falan yağmadı şükür ki.
Hatta gurur duydum ben bunla. Güvendiğim dağ tam da güvenimi hak ediyor bu besbelli.
Gel gör ki; bindiğim gemiler battı. Tuttuğum dallar kurudu. Maşallah dediğim üç gün zor yaşadı.
Turgenyev'in dilencisi ile Nasreddin Hoca'nın hırsızı aynı kadrajda, ne enteresan.
Teoman'ın deyimiyle: "Hem yarabandı, hem yara." ne kadar da doğru.
Peki ya yine Teoman'ın  deyimiyle: "Özgürlüğü seçmek.. Başka vücutlar sevmek.."? Ya bunun doğruluğu??
Hop.. Hop hop ne oluyor öyle?
Klavyemin tuşları neden ıslandı?
D harfinin üzeri sırılsıklam.. E  harfi köşesinde boynunu bükmüş..
Hayretlerim olsun.. 'Yeni metin belgesi' ağlıyor halime.

Bir eğlenceye davet üzerine icabet etmiştim.. Millet sarhoşluktan kırılıyordu tebir-i caizse.
Macar bir arkadaşım sigara sarıyordu; kendini kontrol edemez haldeydi ve elleri titriyordu. Beceremedi sarmayı. "Ver ben sarayım bari." dedim.
Ve parmağındaki yüzüğü fark ettim. Şakayla sordum: "Evli misin yoksa?"
Ağzını zorla kıpırdatıyordu ve şöyle dedi: "Aaayyuueeemm meerrrrieddd tuuv lauuyf meeeaann."
Hayatla evli olduğunu söyledi..
Bir sarhoştan bile öğrenilebilecek bir şeyler var.
Kim bilir belki de, 'hayatla evli olabilmek' gibi kavramlar bulmamız gerek kendimize.
Ya da tez elden bir 'duygu öğütme makinesi'.

Bismillahirrahmanirrahim;
".... Elbette sonsuz gelecek yaşam senin için şimdikinden hayırlıdır.
Elbette Rabbin sana verecek ve razı olacaksın....."

Hayat bazen çok: Duha.


e.p