30 Aralık 2012 Pazar

Parmakları Olmayan Çocuk

Öğretmen sorduğunda kaldırmadın elini.
Çekindin,
diyemedin herkesin dediğini.
Ellerinden utandın, sakladın bildiğini.
Utanma,
tebessüm et,
ağlama..
Parmakları olmayan çocuk.

Kiminin de duygusu yok kalbinde.
Kimi ise koşturuyor boş hayaller peşinde.
Kimisi yaşıyor da,
hiç umut yok içinde.
Düşün,
teselli bul,
üzülme..
Parmakları olmayan çocuk.

(Göz muayenesinde karşılaştığım yavrucağa..)

e.p

26 Aralık 2012 Çarşamba

Bazen

Bir şarkı yazdım bugün; bilmem nereden bilmem nereye giden.
Bir şarkı yazdım bugün; içinde mavi üzerine beyaz yazılı yol tabelaları olan.
Bir şarkı; tır tekerlekleri ve ıslak asfaltın dans ettiği.
Sözleri benim, müziği gecenin.
Dinlenmeli bu şarkı..
Ama her zaman değil, bazen..

Bilmem kaç 'kiloadım' adımladım. Görenlere "Deli bu" dedirtircesine, bitmeyen bir monolog halinde.
Yol kenarındaki mezarlığa okuduğum dua hariç..
Onlar anladı deli olmadığımı. Ya da fark ettiler; deli olduğumu kabul etmeyişimi.
"Yolun sonu karanlık" dediler, devam ettim.
Bir şarkı yazdım; gelip geçen arabalara "Hodrimeydan! Haydi çarpın, çarpabiliyorsanız" dercesine.
Meydan okumayı bilmeli insan..
Ama her zaman değil, bazen..

Yollar da yollar..
Apayrı bir şiir belki.. Ya da koca bir destan.
Ve fark etmiyor terminalden eve yürüyerek dönsen bile, bir dost uğurlamasından.
Tekmelenen taşlar bana mısın demiyor.
Asfaltta dönüp dönüp duruyorlar, alay edercesine.
Söndüremiyor yangınımızı yollar.
Ne yollar, ne adımlar; ne metreler, kilometreler..
"Yollar bir yere gitmez." dedikleri de yalanmış..  "O bir durma biçimi" değilmiş meğer.
Aksine..
"O bir durma biçimi" değil.. Gidiyor da gidiyor, uzadıkça uzuyor.
Ama faydası yok sızıya, merhem değil yaraya.
Mümkün gibi gözükmüyor; herhangi bir acının bu 'yol'la dinmesi.

Bazen..
Bazen ne kadar da önemsizdir karşı komşunun mutfak lambasının rengi.
Masanın bir bacağının kısa oluşu.
Çayının soğuk, bardağının köpük köpük olması.
Bazen her şey ne kadar da "Ammaan.. Ne fark eder ki"dir.
Ayrıntılar ne kadar da 'küçük bir ayrıntı' olmayı hak ediyor gibi gelir bazen..
Kedi miyavlaması, araba kornası duyulmaz olur; önemsizdir de zaten, daha da önemsiz olur bazen..

Bazen de insan; sırf  gülmek zorunda olduğu için gülmek zorundadır hani.
Oysa herkes bilir; gülmek zorken gülmek ne kadar da zordur.
Başarmak marifet sayılabilir belki de..
Yapabilen var mı? Ne mutlu.
Gülmek zorken gülmek ne kadar da zor.
Kolaycılar ağlayadursun.
Bazı durumları ifade etmek o denli basit; basit..
Ama her zaman değil, bazen.

Çünkü bazı insanlar; "Saçın yüzüne değse, tenini kıskanırım"ı görürler her gün.
'Her tebessüm benim olsun, her "Merhaba" benim, her "Günaydın" benim.. Her bakış bana olmalı bana.. Sende çok bencilim kusuruma bakma'dır bazı insanlar.
Ve mümkündür; bir otobüs durağının, bir market girişinin, bir kitap ayracının kıskanılabilmesi..
"Deli misin?" der gibi bakana, "Deli sensin." bakışı.

Bazen dili dönmez ya insanın. Ya da dili tutulur mu derler, öyle bir şey..
Hani konuşamaz ya.. Ne diyeceğini bilemez hani.
Peki 'dil'in bir anlamının da 'gönül' oluşuna ne demeli.
Bana kalırsa kişinin gönlü dolanır, yüreği tutulur da ondan konuşamaz bazen.
Tutulunca 'dil' nasıl konuşsun ki dil.
Kolay değil..
İşte o zaman ara.. Bulabilirsen ara da bul.
Ara..! Konuşacak, konuşabilecek dil ara.

Evet evet,
Bazen ne kadar da önemsiz değil mi dönerci tabelaları.
Restorantların boş masaları, duvarlarındaki ithal resimler; işletmecinin kendi kültürüne ait olmayan, 'özenilen' ve duvara da özenilerek asılmış manzaralar.
Umrumuzda değil; iş ilanları, gazete ekleri, bulmacada boş kalan sütunlar, yapılmamış ödevler, alarmda çalan şarkı..
Hatta ve hatta saat 06:00'da çalan alarm melodisinin "Saat Üç Olmuş" oluşu.. Ne yaman ironi değil mi?
Mühim değil ki bazen;
Sevdiğin şarkıcının hastalanması belki.
Sevdiğin romancının uzun zamandır yazmıyor oluşu.
Yolda yanından geçen birinin şampuanın markasını kokusundan tanımak? Tanımaya çalışmak?
Kaktüsün üzerindeki sahte çiçek?
Altındaki turşu kavanozu kapağı?
O da mühim değil, değil mi?
Hatta bir önceki cümlede 'değil'in iki kez kullanılmış olması da..
Bazı şeyler, bazen..
Evet, bazı önemli şeyler de sıradanlaşabilir, halihazırda sıradan olanlar ise tabiri caizse görmezden gelinir bir hal alırken.

En kalabalık şehirlere gidilmeli belki de.. En büyük metropollere.
Gelen geçen çarpsın, omuzlar acısın..
Ayaklarımıza bassınlar.
Yanan canlarımızı daha yaksınlar.
Yakalarımızdan asılsınlar, gömleğimizin düğmeleri kopsun.
Lüzumlu sayılabilir belki de;
İtilip kakılmak, hafızayı şaşırmak.
Ama her zaman değil,
Bazen..

e.p

24 Aralık 2012 Pazartesi

KAR

Kar..
İri ve seyrek,
Sessiz ve telaşlı..
"Erirsem de eririm." diyecek kadar meraklı.
Kar..
Kaybolmaya değer bir diyar.

Kar..
Usul usul dökülsün.
Günahları örtsün, suçları saklasın,
Erisin, köklerimizi yıkasın.
Parladıkça aydınlatsın yalnızlıkları..
Aydınlatsın bırak..
Acıtsa da acıtsın.
İçimize içimize işlesin bırak.

Kar..
Sanki ben.
Toprağa varmak yarış,
Ve epeyce güç varış.
Ne fark eder, kar toprağı isterken?
Ve acı çok bu yarışta,
Olsun..
Erimek ne hoş, toprak sen oldukça.
Sende olmak bir başka, sende erimek bir başka,
Bu başkalık hep böyle devam ededursun bırak.

Kar..
Bembeyaz,
Parça parça..
Parça parça olmuş yüreklere; deva bir damla.
Yağsın kar, dökülsün;
Avuç avuç, kucak kucak.
Yağsın kar..
Yağsın da aşka boyansın her yer,
Yağsın da aşka doysun her bucak.

(Orhan Pamuk'un aynı adlı eserine ve bu eserde bahsi geçen aynı adlı şiir kitabına atfen)

e.p

2 Kasım 2012 Cuma

İmaretname

Bir gün İmaret'in mistik havası öldürecek beni..
Günün birinde, imam beni cematin ortasında ağlatacak..
Hüngür hüngür ağlatacak. Fena ağlatacak.
Yok böyle bir aşk.
Yok böyle bir aşka geliş, yok böyle bir aşka getiriş. Yok arkadaş.
Var ol ey sesi tok, sesi güzel; ey gönlü güzel insan..
Bakara'da aşkı gördüm.

Müezzin okurken ezanı hicazdan; demir parmaklıklı pencereden sızan, hüzünlü akşamüstü güneşinin halıya resminde gölgemi, gölgemde kamburumu, kamburumda yetmiş yaşındaki Emre'yi gördüm.
Yetmiş yaşındaki Emre'nin gözlerinde hüznümü, hüznümde; "İşte geldik, gidiyoruz"daki 'gidiyoruz'u gördüm.
Ben misali, İmaret'in gediklilerinden Tevfik'in dediği gibi: "Allah..Ateşe atma."
Tevfik'in nidasında, "Gülme halime, Allah beni de böyle yaratmış."ı gördüm.

Çokça Subhanallah, epeyce Elhamdulillah, pekçe Allahuekber..
Tesbihte; Celal'i, Kemal'i, Kudret'i gördüm.

Çıkışta; cemaatin dağılmasını ve bu da demektir ki rızkını bekleyen 'tartıcı kız'ın terazisinde, 1TL karşılığında '67.1'i; yüzünde, "Allah razı olsun be abi."yi gördüm.
1 TL'yi bıraktığım elinde, "Hayat zor ama devam ediyor işte. Buna da şükür."ü gördüm.

Yapraklarda; avluya rüzgarca serpilmiş yapraklarda, temizlik görevlisinin tırmığına takılan yapraklarda, ağaçlardan salına salına dökülen sarı/kahverengi yapraklarda "Kıştan sonra görüşürüz.. Baharların ilkinde görüşürüz."ü gördüm.

Hüseyin Amcayla muhabbette, "Yarın çaylar benden."i gördüm.
"Gerçi.. Gerçi bir saat sonramız da meçhul ya neyse."yi gördüm.

Tevfikçiğimim haykırdığı gibi: "Allaaahh.. Ateşe atma."
Acizliğimde, "Ne olur, ne olur ateşe atma."yı gördüm.

(İmaret Günlüğü)

e.p

21 Eylül 2012 Cuma

Son Bölüm

Yapımcılığını Kocatepe Üniversitesi'nin üstlendiği, 2008 girişli İngilizce İşletme öğrencilerinin baş rolünü oynadığı, 'İngilizce İşletme08' dizisi bu sene final yapıyor..
Final sezonu çekimleri için Afyon'a gidiyoruz.
Tüm oyuncuların rollerinin hakkını vereceğinden kimsenin şüphesi yok.
İzlenme rekorları kırmak temennisiyle.
Final sezonunda son bölümün 'Mutlu Son'la bitmesi temennisiyle..

Gibi.

Şaka bir tarafa, her şeyin 'son'unu yaşayacağımız yıl başlıyor..
Son dersler, son sınavlar, son notlar; son muhabbetler, son konuşmalar..
Evet evet,
Yeşilyol'da son turlar, Dumlupınar'da son gezmeler, İmaret'te son namazlar..
Son "Abi bize gidelim, bi çay ilelim"ler, son "Ya ben hiç çalışmadım yaa"lar, son "Var ya hiç bi şey bilmiyorum napçam ben"ler, son "Hocam vize öncesi dahil mi?"ler.
Üst üste dersler boğduğunda imdada yetişen, son "Haydi kantine"ler.
Sabah mahmurluğunda son tebessümler, son "Günaydııın"lar.

Ve gün gelecek(Haziran ayına tekabulen) vedalaşacağız; tokalaşıp, bir daha kolay kolay görüşemeyeceğimizi bile bile, belki de bir daha görüşmemek üzere "Görüşmek üzere" diyeceğiz birbirimize..
Gözlerimiz nemli nemli. Belki de ağlar halde.
Sonra da arkamızı dönüp gideceğiz gidebildiğimiz kadar.
Tabir yerindeyse, herkes kendi yoluna..

Tadına vararak, güzel bir yıl geçirelim inşallah.
Keyifli, sevinçli; dostluk ve başarı dolu bir yıl olsun inşallah.
Her konuda hakkımızda hayırlısı..

Vedalardan pek değil, hiç ama hiç hazzetmeyen uşağın bu seferki vedası Hemşin'e.
Hayde eyvallah..

e.p

6 Eylül 2012 Perşembe

tERROR

Kandil'de, Kato'da şehit olunca; 'Mehmetçiğin canı o kadar ucuz mu?' klişesi var ya hani..
Peki ya kaza kurşunuyla, aracın devrilmesiyle, cephaneliğin patlamasıyla ölenler..
(TSK'ya göre resmi olarak şehitler. İnşallah Allah katında da şehittirler.
"Onlara ölü demeyin. Çünkü onlar ölü değildir." )
Demek ki onların canı 'ucuz' da değil.. Bildiğin bedava.
Sanırım bir iddiayı gerçekleştirmeye çalışıyoruz; onar, otuzar ölerek Pkk'ya verilen şehit sayısını yakalamaya çalışıyoruz.
Pkk ile kafa kafaya yarışacak cahillik, acemilik ve ihmalkarlık terörümüz!!

e.p

7 Ağustos 2012 Salı

Havadan sudan konuşurken, amca siyasetin içine çekti beni.
Anlattı, anlattı..
-Suriye'ye savaş aççekler, orayı da zaptetçekler. Bak zamanında nasıl alıvedile Kıbrıs'ı.
-Hepsini almadılar ki amcacım, yarısını. Yarısı bizim.
-E yeter (Senin mütevazılığına kurban :) )

Ve yine 0-5 yaş arası bir çocuk, ayağı takılarak yüzüstü yere kapaklandı, elindekiler etrafa saçıldı. Kolundan tutup kaldırırken baba, ağlamsıyla ortalığı inleten çocuğunu; aynı teşhisi koydu:
- Bi şey yok, bi şey yok, bi şey yok.

(İmaret Günlüğü)

e.p

3 Ağustos 2012 Cuma

Yer aynı: İmaret.
'Genel kültür' diye bir oluşumu bünyesinde barındırmadığı her halinden belli amcanın biri yanaştı, matrak bir sesle sordu:
- Meraba asker, nerelin?
- Rize amcacığım (bendeki kibarlığa bak)
Eline koz geçmiş gibi sevindi, muhtemelen bütün ahaliyi kahkahaya boğacağını düşünerek ve Laz olduğumu zannederek saatine baktı ve:
- Hee Rize, Laz. Saat onikiyi geçti. Sizin kafa çalışmeyo şimdi, dedi.
Laz olmadığımı, bilinenin aksine tüm Kardeniz'in, tüm Rize'nin Laz olmadığını açıklamaya hiç girişmedim bile.
- Hiç komik değil amca, dedim hararetsizce (evet Laz değilim ama Laz dostlarımın, akrabalarımın ırklarının dalga konusu edilmesine tahammül edemem doğrusu).
Ve işte o anda amcanın yüzünde oluşan ifade öyle böyle değildi. Bir başkaydı bir başka.
Her ne kadar "Okuyon mu?" , "Nerde okuyon?" vb. ile vaziyeti kurtarmak istediyse de beyhudeydi pek tabii.

(İmaret Günlüğü)

e.p

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Hani o namazdan sonra tespih dağıtma heyecenı yok mu o.
İşte o başka hiçbir şeye benzemiyor.
Hani o "Aa tespihin yok mu? Hiç merak etme, baksana tam koçanın yanındayım. Herkese yeter herkese." bakışı.
Ve boş safı doldurma kompleksinde "Bak aslında ben de geçebilirim bir ön safa ama senin yapmanı istiyorum." manasına gelen sırt sıvazlama seramonisi.
Peki ya Yeşil Cami İmamı'nın Sagopa Kajmer'e olan benzerliğine ne demeli.
Tespihattan sonra "Ben hüsrana komşuyum." diyerekten pesimizme başlayacak diye kuşkuya düşüyorum içten içe.
Ve Ot Pazarı Camii İmamı öyle bir okuyor ki, insanın gözünden yaş akar mazallah.
Ve tabi maşallah.

Evet, çok cami gezdim şu sıra.
Sanırım "Karahisar'da Külliyeler ve İmaret Kültürü" adlı yazım pek yakında.
Ya da Afyon beni delirtiyordur kim bilir?
Belki de çoktan delirtmiştir kim bilir?
Doktorum nerde?

Ve bu arada Afyon demişken; gün gelecek bu şehir çok modern, çok şık bir Avrupa kenti olacak.
Ama biz çok çok uzaklarda olacağız.
Öyle ya, kim bin yıl yaşayacağını garanti edebilir ki?

Bugünlük bu kadar, esen kalın.

(İmaret Günlüğü)

e.p

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Manisi Ramazan-ı Şerif
Ve fakat manisiz kuru gürültü yapıyor; bir tokmak, bir davul ve bir davulcu.
Tren sesi daha ahenkli ve yardımsever.
Hem onun gıcırtısı uzaktan daha hoş geliyor.
Oysa biz davul için öyledir sanıyorduk.

Muhtelif balkonlarda; kızaran sigaraların geri ucunda, "Hanım sen bir şeyler hazırla"rken, davulcunun konçertosuyla keyif yapan amcalar..
Ben de çay içiyorum.
Uydukent Sahur Bülteni'ni sundum efendim.

e.p

17 Temmuz 2012 Salı

Bugün Yine Günlerden..

Bugün yine günlerden: “ Bugün git, yarın gel.”
Bugün yine: “…TL olmaz, … TL olsun.”

Ve yine garson sandılar beni: “ Üç çay, bir de kalem, kalem.”
Peki ya o klasik soru sorulmazsa olur mu hiç: “Bunlar? Bunlar yeni baskı mı?"
Geçen yıl yayımladığımız sayıyı veya iki ay önce yayımladığımız sayıyı niye getireyim ki a be kuzum, tabii ki yeni yayın..

Bu yaz pişiyorum bu yaz..
Afyon sıcağıyla, Puzzle Time yaşattığı tecrübelerle pişiriyor beni.
Bugün günlerden: yüksek ateşte, kızarıncaya kadar.

Çok dolandım çok bugün.
E Özdilek tarafında gidince de, yavrucuklarımı ziyaret etmeden dönmedim tabi.
Aziz Yuso’m ve yavruları Şakir ile Benjamin pek iyi vaziyetteler.
Yeni istirahatgahlarında yeni yeni tavşancık arkadaşlar bulmuşlar kendilerine. Hem birkaç horoz ve kedi de. Rafet Usta’nın avlusunda tatil havasındalar hepsi birden. Bir mutlu oldum, bir mutlu oldum.

Ve bugün, mesaisi hava karardıktan sonra bitenleri iyi anladım bugün.
Ve yine adını dahi bilmediğim bir berberle kanka oldum bugün..(saç kestirmeye gidip de, berberin kankasıymış gibi muhabbet etmediği kaç kişi var ki zaten?)
Balıklardan, balıkçılıktan, yaklaşmakta olan Ramazan’dan ve balık tutmaya gittiği günlerde oruç tutmayacak oluşundan konuştuk. Bu arada “Ense naturel mi?” diye sormadı, özgün çalıştı.
Sürrealist olduğunu düşünüyorum.
Bugün günlerden: Salvador Dali.

Ve Yeşil Cami’de paydos dedik, dönüş yoluna koyulduk. Saat 11 civarı idi.
Yeni parkeleri ve çocuk ayakkabısı gibi yanıp sönen kaldırım ışıklarıyla da bir Şanzelize olamayacak olan Dumlupınar’dan geçtim.
Devreden mekandaki çalışanların, çalıştıkları mekanın isimini bilmiyor oluşlarına bir kez daha hayret ettim (sabah uğrayıp yayın bırakmıştım). Mekanın adı bende saklı. Hem belki ben de yanlış biliyorumdur kim bilir?

Az ileriden sağa dönüşte; düğün olduğu her halinden belli otelden yükselen taverna müziğini ve otelin önünde sigara içen beyaz yüzlü, siyah kılıklı kızı kendimce protesto ettim.
Rıza Çerçel’den yükselen "Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime" ise aldı beni eskilere götürdü.. Ama çok eskilere değil.
Cümle sonundaki ‘halime’ ise, isimlerinden biri Halime olan eski bir arkadaşı hatırlattı.. Ama çok eski değil.
Ve gözlerim vali konağı önündeki köpeciği aradı yol alırken salına salına Ordu Bulvarında,
Penim deyişimle ‘Pars’. Öpeyim okşayım istedim ama yoktu görünürde. Sanırım bu akşam erken yatmış kerata.
Yeşilyol'un sonuna doğru geldiğimde hararetten yandığımı fark edip, daldığım marketten aldığım meyve suyunu bir nefeste bitiriverdim daha Demir Yalayan'a varmadan.
Demir Yalayan’dan dönüşte köşedeki kahvenin okeyci amcaları ise yine sigara dumanlarıyla selamladılar beni. Karşıdaki teraslı kahvedekilere de bir göz attım.. Memlekette kahveden bol ne var..
Bugün yine günlerden: Sait Faik'ten ya da Mehmet Akif'ten, Mahalle Kahvesi.

Evet evet çok yer dolandım,  çok yerden geçtim bugün, bu gece.
Sevdiğim yerlerden, sevdiğim kişilerin olduğu yerlerden..
Bir tek ‘Düşler Sokağı’ndan geçmedim. ‘Bir gece vakti’ olmasına rağmen.
Uydukent’e yaklaşırken yol kenarındaki karpuz kamyonu bir klasik artık. Fakat karpuz şimdi 40 kuruş. Kavun ise 1 TL. Hem de bal kavun.. Yaşasınnn!

O çarşıdan Uydukent’e giden, o ömrümün en uzun, o ömrümün en kısa, o ömrümün en ihtiyar, o ömrümün en çocuk yolu var ya o.
O yolu tüketene dek aklımdan geçenler.. Neler neler..
Eve geldim Orhan Pamuk’un son otuz sayfası sitemkar bana. İhmalkarlığımdan yakınıyor.
Gitarımla ise görüşmeyeli bayağı oldu. Yolda görse tanımaz. Selamünaleyküm desem ses etmez.
Fa diyez major desem, mi minör deyip kesip atacak, o derece.
E olsun ne yapalım. Hem yeni dostlarım var benim de; Köprübaşı’nda, Otpazarı Camii’nde tanıştığım emekli sünnetçi 85 yaşındaki amca mesela.
Vali konağının sadık bekçisi Pars vs.
Hem, yol kenarındaki kamyonu da seviyorum ben.

Yarın sabah erkenden Gülyurt’a gideyim ben. Kalabalık üşüşmeden yayın bırakayım. Hem belki kahvaltı da yaparım uzun zamandan sonra. Hem, Gülyurt'u da seviyorum ben.

Peki ya yarın günlerden..?


e.p

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Sevmediğim lokantanın sevdiğim cam kenarı..

Sıcak asfaltı düzelten silindirin operatörünün yüzündeki soğuk ifade ve "Her sene aynı be." dercesine, yaptığı işe karşı inançsızlığı.
Diğer tarafta bankamatik kuyruğunda 10 Tl'lik, 20 Tl'lik; gözlüklü, şortlu banknotlar.
Puzzle Time'daki gelişmelere karşı hissettiklerim ise; konsept olarak kapalı, faal olarak açık ayranın köpükleri kadar karmakarışık.
Ve Kuyulu Camii'nde tanışıp muhabbet ettiğim iki yavrucak; Abdullah ve Arif'in dediğine göre, Kur'an kurslarındaki eli sopalı hocaların kökü kurumamış hala.

e.p

29 Haziran 2012 Cuma

Gece Bu Vakit

Gece bu vakit..
Bir tren gıcırtısı bir ben.
Uykusuzluğuma doydum,
Yastığımla kavgalıyım,
Rüyalarıma küsmüşüm.

Gece bu vakit..
Bir kitap hışırtısı bir ben.
Heceleyemeyişime doydum,
Kitap ayracımla kavgalıyım,
Son sayfalara küsmüşüm.

Gece bu vakit..
Bir buzdolabı zırıltısı bir ben.
Acıkmışlığıma doydum,
Boş raflarla kavgalıyım,
Komşunun getirdiği yemeğe küsmüşüm.

Gece bu vakit..
Bir güzel yüz hayali bir ben.
Gülümseyişine doydum,
Fikrimi işgaliyle kavgalıyım,
Fikrinde olmayışıma küsmüşüm.

e.p

25 Haziran 2012 Pazartesi

Amerika'da, kızına taciz ederken yakaladığı adamı(?) döverek öldüren baba, mahkemece serbest bırakıldı.
Türkiye'de ise, 13 yaşındaki kıza tecavüz eden 26 adam(?), kızın rızası olduğu gerekçesiyle serbest bırakıldı
Ki tecavüzlerden sonra; kızcağız oturabilsin diye doktorların üç ameliyat yapması gerekmişti..

Sonra da gözümüz kapalı; Amerika tü kaka, biz sütten çıkmış ak kaşık oluyoruz ya, işte buna çok şaşıyor ve üzülüyorum.
Ne hoştur ki; "Yiğidi öldür, hakkını yeme." sözü bizim atalarımıza aittir.
Amerika'da o kararı veren jüriyi ayakta alkışlıyorum.
Var olun.

e.p

13 Haziran 2012 Çarşamba

Değişim Kartı

Değişim iyi yönde olursa iyidir. Aksi halde bir işe yaramaz.

Kim iyiyi kötüyle ikame etmek ister ki?
Memnun olmadığımız ürünü aldığımız yere geri götürürüz. Değiştirmek isteriz. Daha iyisini, memnun kalabileceğimiz başka bir ürünü talep ederiz.
Geriye götürdüğü üründen daha kötüsünü talep eden var mı? Veya memnun kaldığı, eksiksiz bulduğu bir şeyi değiştirmeye kalkan?
Kim "Yahu ben bunu çok beğendim, tam aradığım gibi, derhal geri götürüp değiştireyim." diyor ?

Demem o ki değişim olmadıdır, fakat daha iyisi için.

Dostların değiştiğini görüyorum. Güzel dostlarımın değiştiğini..
Güzel dostlarımın çirkinleştiğini görüyorum. Ne kadar üzücüdür. Kahredicidir.
Düşünebiliyor musunuz? ‘Güzel’ dostlar çirkinleşiyor. Ve bununla da bitmiyor, çirkinleşiyor olmanın doğal bir neticesi olarak ‘dost’ olmaktan da uzaklaşıyorlar.
Uzaklaşıyorlar hem de çok; ki mesafeler mani olamıyorken dostluğa, mecazi/soyut mesafeler doğuyor zoraki.
Yeni inime(Uydukent) doğru yürüken gecenin bir vakti,  yol kenarındaki karpuz yüklü kamyonun sağına soluna asılan ‘Adana/Ceyhan 60 krş..!’ yazısı daha samimi geliyor.
Ne yazıktır. Şerbet ikram etse "İstemem." diyesin geliyor, ki kan kusup kızılcık şerbetinden bahsetmişliğimiz vardır önceleri.
Yazıktır. Dostları kaybetmek ne acıdır.
Bu vaziyete onlardan daha ziyade içleniyor/üzülüyor olmak ise çok çok daha da acıdır.
Vahlar bana.

Değişim olumlu yönde olmalıdır.
Yoksa olmasa da olur, olmasa daha iyi olur.

Gözden düşmek ne yaman bir vaziyettir. Ve bir kimsenin gözden düşmesine, çabalayıp da engel olamamak ne vahim bir neticedir.
Yazıklar bana.

Şükür ki listede ismi aşağıya doğru inenler varken; yukarılara yerleşmeye niyeti olanlar da var da, azcık ferahlık buluyor yürek.
Öyle ki nur yüzlü/ünvanlı kimseler bilirim.
Ne mutlu bana.
Var olsunlar. Candır onlar. Uydurukluktan ve sahtelikten uzaktırlar.
Yapmacıklıktan arınmıştır onlar, yapmacıklık nedir bilmez onlar. Ne yapılacak, ne yapılmayacak bilir onlar. Neyse odur onlar. Her neyse odur onlar.
Ne mutlu bana.

Ve ufak bir ayrıntıdan bahsetmek isterim..
Sahip olduğum bünyedeki değişimler genelde sadece fizikidir; saçım uzar kısalır, tırnağım uzar kısalır. Bu kadarcıktır.
Mental değişiklikleri ise artıya/iyiye doğru sürmek yegane arzumdur.

Arzudan bahsetmişken; arz ederim. İyi  geceler.

e.p

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Bir Berber Bir Nalbura: "Bre nalbur, gel beraber bir berb..?" Yok Öyle Değildi O

Berberle nalbur, "Yahu burada bir uşak yaşardı, ara sıra cama çıkar gitar çalardı.. Nerelerde acaba, görünmez oldu?" diye sorsunlar beni..

Cama çıkar, gitar çalarım bazı bazı..
Hüseyin Bayık Caddesi  sıra boyu bakar durur bizim apartmana, beşinci kata.
Bakkal, kuruyemişçi, nalbur, nalburun kankası ve saçlarımın katili berber(nasıl da acımadan kesmişti bir yıl makas değmemiş saçlarımı).
Yan yana dizilir de izlerler beni. Öyle ya dükkanlar sinek avlıyor zaten akşamüstü; güneşin batma, Emre’nin cama çıkma zamanında.
Onların demesiyle bir fasıl ki sorma.
(Elimde süt, marketten dönerken eve:
-Şefim.. Şefim bugün yok mu fasıl yok mu?
-Var var. Akşama doğru inşallah.
-Güzel güzel. Hoşumuza gidiyor bak bekliyoruz.
-Tamamdır, camdayım birazdan )

Caddeden gelen geçenler de bakar durur.. Balkonlarda  teyzeler, amcalar, yavrucakalar vs.. Sevgililere de jestimdir hani. Sesin uzaktan geliyor olması ve gitarın baskın olması ise dinleyiciyi/izleyiciyi karşımda tutar ;)
He bir de geçenlerde ne oldu bak; gecenin bir vakti uzunca saçlı bir genç yaverleriyle birlikte kuruldu bizim evin yanındaki parka. Elinde ya rebab ya da yaylı tanbur..
Yahu bir çalıyor bir çalıyor. Mest etti bizi resmen.
E benim elim armut toplamıyor ya, aldım gitarı salladım bir ‘Efulim’.  Ahali duyunca sesi bir döndüler bizim cama doğru. Ne kadar, "Gel yanımıza" dediyseler de inmedim. Yahu ertesi gün Financial sınavı var nereye iniyorsun?
Onlar parkta, ben camda.. Notalarla, akorlarla; re minörle, fa diyezle seviştik. Makamlarda; nihavendde, yegahda, rastta, hicazda meşk ettik.
Onlar bana seranad, ben onlara ilan-ı aşk. Güzel oldu, pek güzel bir gece oldu.

İşte güzel günler oluyor Hüseyin Bayık’ta da. Güzel şeyler yaşadık işin açığı.
Her ne kadar bir Hedelundvej olmasa da iyidir iyi.
E hani orada da yeşil bir gitarım vardı, çayımı alır verandanın altına geçer, Alman komşumun evine doğru doğru çığırırdım vs.  Alışmışız buraya da.
Özlerim. Her ne kadar Hedelundvej kadar olmasa da özlerim( ki hiçbir yeri orası kadar özlemedim zaten)
Ve ayrılık zamanı geliyor sanırım. Öyle ki Puzzle Time için ya herrü ya merrü vakti. Mustafa alıp başını gidiyor. Puzzle Time ya tamamen bana kalacak veya eşek ölecek ortaklık bitecek(ki görünüşe göre bana kalıyor an itibariyle) Ve her halukarda bu inden ayrılma vakti. Tek başıma yaşayamam ya koca evde(veya home-office mi demeli?)

Tavşanlarımın marul sponsoru manav özlesin beni, muhabbetini özleyeceğim gibi.
Berberin  de "Saçları ne zaman kesiyoruz" bakışını özleyeceğim gibi.
Son seneye yeni bir macera ile gireceğiz nasipse. Kiminle, nerede pek belli değil.. Puzzle Time ile ya da Puzzle Time’sız.. O da belli değil.

Ve herneyse, akşamüstü vakitlerinde yolu Hüseyin Bayık’a düşen dostlar eğer kulak kesilirlerse beşinci kattan Afyon semalarına doğru doğru yayılan sesimi duyabilirler. Ve eğer iyi birer çocuk olurlarsa belki şirinleri bile görebilirler. Şirinleri olmasa da manavı, beberi, nalburu görürler ne olacak yani.
Nalburun Şirin Baba'dan ne eksiği var Allah aşkına..

Bugünlerde mahalleye vefa borcumu ödeme çabası içindeyim de; elimde sazım, dilimde sözüm.

Öyle ya, bize ayrılan sürenin sonuna geldik.

e.p

13 Mayıs 2012 Pazar

Bugün Günlerden Anne


"Gürcü, Türk, Ermeni, Laz, Hemşinli, Rum, Çerkes, Kürt...
Ana yüreği saf sevgidir, en temiz duygulardır. Herkes sizden vazgeçer, anneniz vazgeçmez.. 
Analar ağlamasın, ağlatmayın.."

Annesine susamış, susuzluktan kurumuş dudaklarıyla 'anne' diye haykıran tüm yüreklere,
Anne hasreti çeken tüm yüreklere..


deda mikgvars dzalyan / annemi çok seviyorum
deda natlis t'valiya / annem gözümün nuru
tma'chağara çemi deda / benim ak saçlı annem

deda sakgvarelo çemi deda / annem benim sevgili,sevilen annem
deda sakgvarelo çemi deda / annem benim sevgili,sevilen annem

kgibeze çamojdeba / merdivene oturur
da şvils daylodeba /  çocuğunu gözetler
tma'chağara çemi deda / benim ak saçlı annem

deda sakgvarelo çemi deda / annem benim sevgili,sevilen annem
deda sakgvarelo çemi deda / annem benim sevgili,sevilen annem


12 Mayıs 2012 Cumartesi

http://menumnette.com/hakkimizda (menumnette.com hakkımızda yazısı )

Yemek/içmek, tarih boyunca Türk kültürünün en önemli ögelerinden biri olagelmiştir. Türk halkı bu eylemi çok önemsediğinden, bazı kültürlerde olduğu gibi ‘geçiştirmek’ olarak görmediği gibi, belli bir ritüle göre yapılması gerektiğine inanır. Bu durum  yemeğin olduğuğu kadar hizmetin satın alınacağı yeri de bir o kadar önemli kılmıştır. Günümüzde,  gıda sektöründeki mekanların  yemek ve hizmet kalitesinin yanında bazı diğer özelliklerin de müşterilerce arandığına şüphe yoktur. Müşteriler, isteklerine en iyi şekilde cevap verecek mekanın hangisi olduğuna  karar  verebilmek için zamana, diğer kişilerin yorumlarına belki de biraz da tecrübeye  ihtiyaç duyarlar.. Ve  bu şekilde birkaç farklı mekana gittikten sonra aralarından kendilerince  en iyi olanı tespit ederler, kendileri için en uğrak yerlerden biri haline dönüştürürler. Hangi mekanda ne tür yiyecekler var, hizmet kalitesi nasıl, mekanın ulaşılabilirliği nedir veya mekanda  internet erişiminin olup olmadığı, mekan seçiminde öneme sahiptir. Menümnette işte bu soruların cevaplarına kolaylıkla erişim sağlayabilmek adına oluşturulmuş bir sitedir. Bulunduğunuz şehirdeki belli başlı mekanlar ve mekanın her türlü özelliğiyle alakalı bilgilere erişebileceğiniz gibi, mekan hakkında diğer müşterilerce yapılmış yorumlardan da faydalanabilecek veya kendiniz de gittiğiniz mekan hakkında yorumlarda bulunabileceksiniz. Menümnette ile aradığınız özellikteki mekanı zamanınızı boşa harcamadan kolayca  bulabileceksiniz.

Keyif almanız dileğiyle.

e.p

E Daha Dört Değil Canım.. Ama Tam Bir Yıl Olmuş Dün

Sevgili günlük,

Bugünün ilk  saatlerinde(ki 2-3 suları eder) Kopenhag'a vardık.
Allah'ın binbir kulu vardı da, Allah'ın bir vasıtası yoktu ki gidelim faynıl destineyşına.
Kafamızı koyduk valizlerin üzerine, büktük belimizi titreye titreye sabahladık.
Titreye titreye sabahladık dememe şaşma; burası Danimarka Ağustos falan bakmaz, dondurur soğuktan sabaha karşı.
Her neyse sabah olunca yetkili birini bulduk. Hani işte ne yapalım, nasıl gideriz diye sormaya(ki tam bir skandal teşkil eder o anlar).
Yorgunluk, uykusuzluk vs. derken, saflık katsayımız tavan yapmıştı.
Öyle ki görevli hanımefendiyle diyalog kurmamız pek bir zor oldu.
O bizi anlamak istedi. Çook çok istedi ama biz bir şeyler anlatmasını beceremedik.
Teker teker gittik sorduk, olmadı.. Hep beraberce gittik sorduk, olmadı.. Beceremedik.
Fakat ne yaptık ettik nihayetinde binebildik trene.
Esbjerg'e giden bir tren kalktı Kopınhavn Luftavn'dan.
Sonunda vardık Esbjerg Tren İstasyonu'na.
Ve orada iki tane etine dolgun kızcağız karşıladı bizi. Şeker mi şeker..
İlk bakışta klasik birer Danimarkalı gibiydiler ama Romanyalıydılar aslında.
E sorduklarında öyle demiştim zaten.. Bizi karşılamaya gelecek öğrenciler illede Roman olsun, ister çamurdan olsun diye vs.
Yaşayacağımız mahalleye, Hedelundvej'a götürdüler bizi. Evi gösterdiler; Numara 124..
Sonra da okula gittik, Academy West'e. Hani yol tarifi, yer gösterme maksatlı.
West yolu üzerindeyken çalının birinden kopardığım çiçeği bir "E o kadar karşıladın bizi, yer yurt gösterdin. Allah razı olsun." surat ifadesiyle; "Thanks for the nice welcomming and this is for you. Take it as a thankfulness gift." diyerekten verdim kızcağıza..
Erkek arkadaşı böyle şeyler yapmıyor olacak ki; sevinçli bir ifadeyle "Oooww honey thanks. You so cute."u yapıştırıverdi.

Ve gittik gördük.. Okul da pek güzeldi..
Ve derhal eve dönme gereği duydum zira yorgunluktan elim ayağım titriyordu.. Fakat attığım her adımdan da zevk duyuyordum aynı anda.
Akşamüstü ise biraz dinlendikten sonra ufak bir keşif turuna çıktım mahalle çevresinde.
Hoş duygular içindeydim.. Her yönüyle bana uygun bir yer gibi görünüyordu.
Çevreme bakındıkça bir hoş oluyordum. "Yahu ben burayı severim be." diye düşünüyorum.
Peyzaj harikası yollar, düzenli yapılaşma, şirin evler, sınırsız yeşil vs.
Ve az sonra bir yağmur başladı ki ne yağmur.. (e her yönüyle bana uygun dedim ya, işte bu)
Kaçışmaktansa altında bekledim, kafamı yukarıya kaldırıp gökyüzüne baktım..
Yağmur hevesle yüzümü dövüyordu..
Ellerimi yana doğru açtım, gülümsedim ve şöyle dedim;
"Hoş bulduk.."
Sonr ev dönydm akşa olmak üzredi...
!!! Ne oluyor bee??
Ne..? Nasıl??
Bunların hepsi bugün değil tam bir yıl öncesi mi oldu???
Hadi yaa.. !! Pehh pehh peeehhh

Şaka değil tam bir yıl olmuş yahu.
Ama unutmak ne mümkündür.
Güzel İskandinav diyarı Denmark
Havası, suyu, insanı güzel Denmark
Güzel şeyler; güzel insanlar, dostlar verdin bana.
Komşularımızı?
Ne çok severdim komşularımızı.
E teşekkürler borçluyum..(tak)
Gönül borcum var, e vefa borcum var.
Ama daha işimiz bitmedi canım.. E dur canım.
Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak diye düşünüyorum.

Oyh duygulandım mı ne.. Ula gözlerim mi yaşardı yoksa.
Ama yok olmaz.. Esbjerg çevresinde 'güler yüzlü uşak' diye bilirler beni.
E sor Anatoilen Pizza House'a, Bakkal Moody'e sor..
Satanist kılıklı bisiklet tamircime sor..

Her neyse..
Görüşmek üzere diyorum güzel diyar Danimarka, güzel şehir Esbjerg, güzel mahalle Hedelundvej ve numara 124.... Buluşacağız(inşallah).

28 Ağustos 2011

e.p




Bugün Pazar ve Ben Seçimi Çok Özledim

Evet seçim geldi geçti ama etkileri devam ediyor hala, deprem ve artçıları misali.
Ve bununla alakalı kulağıma gelen bir mevzuyu yazmazsam, orta yerimden çatlarım diye düşünüyorum.

Evet evet bir mevzudan bahsetmek istiyorum, iki kşiden..
Karşıt görüşlere sahip, ayrı partileri destekleyen iki arkadaştan..
Malum seçimden sonra bayağı bir geyik döndü. Espiriler bilmem neler. Yakın olanlar yüzyüze, olmayanlar sosyal medya aracılığıyla taş attılar birbirlerine vs.
Bu iki arkadaş da internet üzerinden yorumlaşıyorlar seçim üzerine.
Ve tansiyon iyice geriliyor sonunda. Biri diğerine 'koyun' diyor, diğeri de o malum espriyi yapıyor ve bardak taşıyor artık.
En başta messenger adresleri siliniyor, akabinde facebook üzerindeki sanal arkadaşlıkları bitiyor ve gerçek yaşamdaki somut arkadaşlıkları da bitiyor nihayetinde.
Öğrencilik yıllarında başlamış, onbeş yıllık bir arkadaşlık bitiyor..
Tüh tüh tüühh.
Yapma be.. Etme gözünü seveyim.. E oldu mu bu hiç?
Sonra da "Yahu ben tarafsızım." dendiğinde, "Rotasız geminin kaptanı rüzgardır." klişesi kulaklarda..
Ne yapmalı; olmayacak şeyler için tartışıp, kalp kırıp dostlardan mı olunmalı?
Ve ayrıca, rüzgarın götüreceği yerden şikayetçi olan kim?
Tamam.. Ben de tarafım; saçma şeyler için dostlarını kaybetmeme tarafındayım.

Hee bu arada..
Ortalığı karıştıranlar var bir de.. Millet kavga ettikçe hoşuna gidenler var değil mii.. Dur dur duur.
Yazar diye geçinip milleti galeyana getiren kimseler (bkz. Yılmay Özdik), tiyatrocu olduğunu unutup provakatörlüğe merak salan kimseler (bkz. Müjgan Gezer) mesela.
Milleti kavgaya itin, popülistlik yapın, sizin trajınız artsın, mutlu olun emi.
Kırgınım size.. Dargınım size..
Haberiniz olsun, laflar hazırlıyorum size.
Evet, bugün pazar ve ben seçimi çok özledim?

19 Temmuz 2011

e.p

Ve Gittik Yine

 Sabah 10:30'da aradılar:
-Emre Pehlivanla mı görüşüyorum ?
-Evet.
-Vizeniz elçilikten geldi alabilirsiniz..

 Hani filmlerde şöyle mevzular geçer ya; 'ilk uçakla bilmem nereye gidiciiim'.. aynen o misal atladım ilk otobüse, doğru Anakra.

Ve otobüsün arka tarafında yine bir Rus-Gürcü kitlesi hakimiyet kurmuştu..
Ben de uyumaya çalıştım malum oruç, malum yorgunluk ve malum bitkinlik..

Ve uyandığımda  iftar için mola verdik. O kadar hararetliydm ki iner inmez dondurma dolapları ilişti gözüme ve kendimi atıverdim hemen oraya..
E psikoloji dersinde öğrenmiştik ya 'Algida' seçicilik diye. İşte tam olarak buydu.
İlerleyen saatlerde, şiirde bahsedilen 'Sadece bilmek  zorunda olanların bildiği bir yol üstü' dinlenme tesisinde hayatımdaki en rezil sahurlardan birini yaptım ve bir dünya da para saydım, e olsun..

Ve nihayet sabahın ilk ışıklarıla vardım Ankara’ya..
Aşti’de buluşunca gençlerle dooğruca gittik 'Danish Visa'ya.
Sonunda elimize geçmişti, gecerlilik kazanmış pasaportlarımız.
Oradan da yolaldık doğruca Afyon’a.
E sıcak kıyamet tabi bu arada..'sıcak kıyamet'
Enteresan olarak, Afyon'da çok kısa sürmesi gereken işlerimiz gerçekten de çok  kısa sürdü.
Oysa biz alışmıştık bir imza için iki gün beklemeye
Neyse imzalayınca anlaşmayı indik çarşıya..
Yahu pek de özlemişim canım Afyon’u, caddelerini, binalarını...toz toprak havasını, insanın kafasını kaynatan sıcağını, turexçi-dolmuşçu kavgasını.
Bina deyince, yahu yıkmışlar belediye tiyatrosunu be. Tüm sanatseverlere duyrulur ;)
Gerçi iftar çadırı kurmuşlar ya, o da iyi. İçinde bir de Karagöz oynasa al sana tiyatro işte.
hem seyirci de var.. Yoksa normalde ‘seyirci ne arar la tiyatroda’

Ve sigortacımız Saniye Hanım'a teslim ettim teşekkür manasında hediyelik çayını.
E hani Sinem'in belgeleri okulda kalmıştı. Hani biz ordaydık, hani birden panikledik, hani yardımcı olmuştu bize.. He onun için işte..

Yavaş yavaş akşam olurken attım kendimi Şömine'ye, dedim bir iftarla vefa borcumu ödeyim, bir veda yemeği yiyeyim şurda. Bir sürpriz de orda yaşadım. Aa ne göreyim?? Yenilemiş şömine mobilyaları, çok da güzel olmuş yani. Sevindim. Afyon’da bir Çıtır Simit'i bir de şömineyi özlemişim zaten..
İftarım da müthişti bu arada. Yalnızdım ama tam bir veda yemeği oldu. Dönüşte görüşmek üzere..
Ve batarken güneş ardında tepelerin gitme vakti gelir teletabilerin.. Akşam dokuzda binerken otobüsüme,  Afyon’dan ilk kez bu hoş duygularla ayrılıyordum.. Yaşlanıyor muyum ne ;) Hafiften keyifliydim vesselam, planı harfiyen uygulayabildiğimz için.
Sonuç olarak imzaladık anlaşmamızı, vizemizi de aldık, o da cepte.  Artık bekle bizi Danimarka. Ne deyim

20 ağustos 2010

e.p

6 Mayıs 2012 Pazar

Zincirleme Irkçılık

Belözoğlu Emre, Zokora'ya "Pis zenci" diyor, Trabzonspor taraftarı Emre’ye "Ermeni Emre" diyor, bunu duyanlar Trabzonsporlulara "Laz beyinliler" diyor(ki Trabzonlular Laz değildir halihazırda).
İnsanımız siyah bir deriye sahip olmayı, Ermeni olmayı, Laz olmayı hakaret olarak değerlendiriyor ve hakaret etmek için kullanıyor.
Bu topraklar da zehirleniyor?
Asil ataların sefil torunları; hoşgörülü ve hümanist ataların ırkçı torunları, günden güne zehir saçar hale geliyor.
Bu topraklar da yaşanmaz hale geliyor?
Eğlence için icat edilmiş bir top oyunu insanlarımızın zavallılığını piyasaya çıkarmaya yetiyormuş meğer. Ne kadar küçülebileceğimizi, sapkınlığa meylimizi gösteriyormuş.
Eğlence terörizme dönüşüyor, kafalar yarılıyor, bıçaklar sallanıyor, hatta statlardan cesetler dahi çıkıyor. Fitnenin, küfrün bini bir para, rezilliğimiz diz boyu. İpliklerimiz pazarda, almayan kalmasın.
Mevlana’nın kemik sesleri yankılansın Trabzonspor tribünlerinde,  Emre’nin kulaklarında.

Ne olursan ol yine de gel.. Ama maça gitme.

e.p

24 Nisan 2012 Salı

En Büyük Asker Bizim Asker, Başka Büyük Yok

Sevag ismini hatırladınız mı?
‘Sevag’,  kulaklarımızın pek aşina olmadığı bir isim; belki de o yüzden hatırlayamadınız.
Ama ben, ben hiç unutamadım ki.
Öğrendiğim andan itibaren aklımdan bir an olsun çıkmadı.
Tanık olmadığım o sahne, gözümde canladı ve bir daha gözümün önünden hiç gitmedi.
"Nasıl olur..?? Nasıılll??" dedim dedim durdum. Akıl sır erdiremedim..

Tam bir yıl önce, 24 nisan 2011 tarihinde, Batmanı’ın Kozluk ilçesi Gümüşgörü Jandarma Karakolu'nda; üzerinde askeri kıyafetleriyle, yine kendisiyle aynı kıyafetler içerisinde olan bir kimse tarafından tüfekle vurulmak suretiyle hayatını kaybeden gençti Sevag.
Aynı üniformayı giydiği, aynı bayrak altında nöbet tuttuğu arkadaşının silahından çıkan ‘kaza kurşunu’yla hayata veda, insanlığa sitem etmişti Sevag, "İnsanlık bu mu?" dercesine..

Askeriye mikro seviyede kozmopolit bir yapıya sahiptir(tıpkı üniversiteler gibi). Ülkenin dört bir yanından gençler aynı amaç uğruna bir araya toplanır; İstanbul’dan Ahmet, Ankara’dan Veli, Bursa’dan Ali..  Kürt, Zaza, Çerkes, Laz, Süryani, Alevi, Ermeni, Çingene(ki Çingene vatandaşlarımız haklarıyla alakalı görüşmeler yapmak üzere TBMM’de iken yaptıkları bir açıklamada kendilerine Çingene denmesini tercih ettiklerini söylemişlerdi.) vs.
Nihayetinde amaç aynıdır: Vatan borcu.
Hepsi belli bir yaşa gelince girerler orduya; saçlar üç numara kesilir, aynı yerde yer içerler, aynı yerde yatarlar, aynı renk üniformalar giydirilir.
Kökenler farklı renkte olabilir ama vatanın rengi tektir, vatan borcu aynıdır.

Geliniz görünüz ki, kimi zaman bu mozaiğin güzelliğine gölge düşüyor.
Bakınız Sevag örneğine.
Beraberce şafak saydığı arkadaşı tarafından öldürüldü..

Sevag'ın suçu belki de sadece Sevag olmasıydı.
Ve cezası da 'kaza kurşunu'.
Ve fakat biliyor musunuz ki;  Sevag’ın annesinin gözyaşları ‘kaza’ değil.. Babasının yüreğine düşen korlar ‘kaza’değil..

Peki ya bu mevzuyu duyan yabancı bir kimsenin konuya bakışı nasıl olacak?
"Adamlar şimdi teker teker öldürüyorlar da doksan altı yıl önce neden yapmamış olsunlar."  demezler mi Allah aşkına.
Derler. Çünkü yapılan iş tam olarak perhiz-lahana turşusu karmaşası. "Biz öyle bir şey yapmadık." diyoruz ama şimdi yaptığımız işler bunu yalanlarcasına.
İşte bu tip olaylar yüzünden dışarıdan bakan bir Avrupalı, Amerikan vs.  rahatlıkla "Soykırım var." diyebiliyor.
Çünkü duyduğu/gördüğü şeyler bunu doğruluyor.
Ve bu sözüm ona kaza kurşunun, sözde soykırımın sözde yıl dönümüne denk gelmesi de ne yaman bir hal.
Bizimki tetiğe basıyor ve bizi hassas noktamızdan vurmak için tetikte bekleyenlerin ekmeğine yağ sürüyor adeta.
Hem öyle ya; bu kimse sadece Sevag’ı değil bütün Ermeni halkını, bütün dünya alemini kurşunlamıştır belki de.

"Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur."

Sevag’ın suçu yoktu, masumdu.. İsmi hariç ordudaki diğer askerlerden bir farkı yoktu.
O da ‘"En büyük asker bizim asker."di  ve diğerleri ne kadar hak ediyorsa o kadar hak ediyordu ‘kaza kuşunu’nu..
Demem o ki ne Sevag ne de bir başka asker..

Şunu iyi bilelim..
Tarihte yaşanmış ya da yaşandığı iddia edilen olaylardan kaynaklanan sorunlardan ötürü, halkları veya kişileri hedef almak son derece saçmadır.
Eğer Ermenilerle alakalı bir sorun varsa, bizim Ermenistan devletiyle sıkıntımız var demektir. Agop’un, Sevag’ın suçu ne ki? Agopla, Sevagla kardeş olmamamız için bir neden yoktur ortada. Eğer tarihte Yunanlılarla aramızda sorunlu dönemler yaşanmışsa, bugün bu durumdan Yunan halkını sorumlu tutamaz, saldıramayız.
Dedelerinden ötürü, yüz yıl önceki Yunan hükümetinin tutumundan ötürü Kirgiyakis’i sorumlu tutamayız, ona düşmanlık besleyemeyiz. Tasos(Danimarka'da tanıştığım ve pek sevdiğim dostlarımdan biri. Birbirimize 'Kardeşim' ya da 'Komşu' diye hitap ederdik) ile kardeş olmamamız için bir sebep yoktur.
İsrail’i  ve politikasını sevmiyorsak, İsraille zorumuz var demektir. İsrail halkına karşı hakaret ve küfürde bulunamayız, sorunların sorumlusu olarak halkı/kişileri göremeyiz ve Ellie(yıllar önce tanıştığım İsrailli bir turist) ile kardeş olmamamız için hiç bir neden yoktur.
Diplomatik sorunlar devletler arasında olur ve siyasilerce çözülmesi gerekir.
Devletlere, hükümetlere olan kızgınlık(veya düşmanlık) o ülkenin insanlarına karşı olmamalıdır.

Ne oldu bizim kültürümüze?
Hani hoşgörümüze ne oldu? Dinimizin öğretilerine ne oldu?
Atalarımızın söylediklerine; Mevlana’nın felsefesine, Yunus’un öğütlerine ne oldu?
Hani ya Osmanlıyı asırlarca yaşatan anlayışa ne oldu?
Bizi biz yapan, bu toprakları yaşanabilir yapan; bu mozaikten duyduğumuz zevk, farklılıklara  karşı hoşgörülü tutumumuz; farklılıkları fark değil, ayrı ayrı birer renk, birer değer olarak görmemiz değil midir?
Eğer Sevag, aynı bölük içerisindeki başka bir asker tarafından öldürülebiliyorsa, bir papaz vali tarafından protokol dışına atılıyorsa, Türk bir futbolcu ırkçılık yapıyor, "Pis zenci" diyebiliyorsa, şarkı yarışmasına katılıp ülkemizi temsil edecek  sanatçıya "Yahudi misin?" diye soruluyorsa(Can Bonomo’ya, konuk olduğu programda), demek ki  rotadan şaşmışız biraz biraz.
Demek ki yanlış giden, değişen bir şeyler var.
Kaybettiğimiz şeyler var. Eğer kaybediyorsak bu değerlerimizi, geriye ne kaldı Allah aşkına..

Peki ya şimdi hepimiz Sevag mıyız?
Dink cinayetinden sonra kopan yayagarayı hepimiz hatırlarız. Ellerde pankartlar, pankartlarda protester yazılar; "Hepimiz Ermeniyiz.",  "Hepimiz Hrant’ız." gibi.
Şimdi de 'hepimiz’ciler ve olmayanlar diye ayrılır mıyız?
Hepiniz Sevag mıyız, değil miyiz onu bilemem.
Ama benim, tetiğe basanın safında olmadığım kesin(ki o taraftayım diyen de katil sayılır kanımca).
Ben kim veya ne miyim?
Sevag’ın bedeninden dökülen kan damlası, annesinin gözünden akan gözyaşıyım. Babasının yüreğine düşen kor parçasıyım..

O ‘eli silah tutan’ lütfen karşıma çıkmasın ne olur(olur mu olur çat diye çıkıverir önüne. Serbest bırakıldı çünkü, suçsuz bulundu. ‘Kaza kurşunu’ ya). Kaldıramam.
Ve sessiz kalanlar da; "Ben görmedim, ben bilmedim"ciler de, "Kaza oldu kaza.. Tüh tüh vah vah.. Bak gördün mü aksilik işte"ciler de çıkmasınlar karşıma ne olur.
Örtbas edenler, pis elleriyle olayın üstüne kül atanlar, çıkmasınlar karşıma ne olur..
İnsanlığımdan utanırım.
Ki onların gözlerinden irin damlar, tırnaklarından günah dökülür, pis vücutları adilik kokar. Tiksinirim.

En büyük asker bizim asker, hepsi de bizim asker.


e.p

12 Nisan 2012 Perşembe

Mutluluk

"Ben hiç günah yapmadım." diyordu kızcağız Meryem, Abdullah Oğuz’un, aynı adlı(Mutluluk) Zülfü Livaneli romanından uyarlama filminde, korkak, masum bir ifadeyle.
Günah yapmayan biri mutluluğu hak ediyordu.
‘Günah yapmadım’ diyordu Meyrem, "Günah işlemedim." ya da "Günaha girmedim." yerine.. "Daha cümle içinde nasıl kullanılacağını bilmiyor, nasıl günaha girsin bu kızcağız?" demeye çalışıyor ve başarıyordu yönetmen.
Günaha girmemiş olmak mutlu olabilmek için iyi bir sebepti..

Meryem tecavüze uğramıştı. Bedeni üzerinden günaha girilmişti ama o günaha girmemişti, masumdu. Günah işlememek (ya da ‘günah yapmamak’) mutluluktu.
Masumdu, mutlu olmaya hakkı, her şeye rağmen mutlu olmaya umudu vardı. Günah yapmayanlar iyi, yapanlar kötüydü. Günah yapmayanlar mutlu olmalı, yapanlar olmamalıydı. Günah yapmamak mutluluğu hak etmekti.

Göreceliğin tam manasıyla vuku  bulduğu bir kavramdır mutluluk. Öyle değişkendir ki.. Öyle şekillere girer ki akıl sır ermez doğrusu. Kişiden kişiye, zamandan zamana, yerden yere değişir de değişir. Türk Dil Kurumu’nun, 'Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan doğan kıvanç durumu' olarak tanımladığına bakmayın. Belirli bir tanımı yoktur aslında onun, olmamalıdır da. Herkes kendi mutluluk tarifini kendisi yapar. Herkes mutluluğu kendi bildiği gibi tanımlar.

Mutluluk bir amaç mıdır yoksa araç mı? Manevi değerlere mi bağlıdır yoksa maddi şeylere mi? İnsandan insana değişiyor. Yerden yere, zamandan zamana, durumdan duruma.
Kimisi mutlu olabilmek için büyük şeyler peşinde koşuyor, kimisi ufak şeylerle mutlu olabiliyor. Mutluluğu çok uzaklarında değil hemen yakınında bulabiliyor. Kimisi ise burnun  dibindeki mutluluğu göremeyip kendini harap, ömrüne yazık ediyor..

Kimisi başkalarının mutluluğuyla mutlu olup üzüntüleriyle üzülürken, kimisi ise başkalarının mutsuzluklarında arıyor/buluyor mutluluğu. Ezmekten, ezilenleri izlemekten mutluluk ve haz duyuyor. Taraflardan biri  olmasa dahi yenilenin yenilişi haz veriyor(ki yanlış).
Ve kimileri mutlu olmayı o kadar büyük görüyor, o kadar imkansızlaştırıyor, o kadar uzağa konuşlandırıyor ki; beyhude çabalıyor, çabalıyor da yine de elde etmeyi beceremiyor. Çünkü ulaşılması zor değil eğer ki gidilecek yol ve nasıl gidileceği biliniyorsa. Küçük şeyleri dert etmektense küçük şeylerle mutlu olabilmekte marifet oysa.. "Ufak şeyleri dert etmeyin."
Yolda yanından geçen insanlar gülüyorsa mutlu olabilir insan. Şeker yiyen bir çocuğun yüzündeki hazzı gördüğünde de. İğrenmeden, çekinmeden bir köpeğin, kedinin, tavşanın (aşkımdır Aziz Juso) sırtını okşayabilen insan mutludur/olabilir/olmalıdır(hak eder).

Tamam, hayat her zaman herkese eşit davranıyor. Her zaman herkese gülmüyor ve gülmediği gibi şakadan da anlamıyor. Somurtuyor insana. Üzül/ezil istiyor. Zor sınavlara tabi tutuyor, sabrını, baş edebilip edemeyeceğini ölçüyor.  ‘Bakalım şimdi ne yapacaksın’ diyor ve saldırıyor. Ve bütün bunlara rağmen, tüm olumsuzluklara rağmen, gülebilen, mutlu olmayı başarabilenler yok mu.. İşte onlar tamamdır, olmuştur. Onlar sevilir, sevilesidir, sevilmelidir. Onlardan öğrenilecek çok şeyler vardır. Öğrenilmelidir, taraflarınca öğretilmelidir. Zira, hayat bacaklarına sopalarla vururken ayakta durabilmek, kaşlarını çatmış bakıyorken gülebilmek, "Ciddi ol, üzgün kal, somurt.." derken, ona doğru dil çıkartabilmek; ciddiye almamak, alaycı kalabilmek meziyet ister. Kişilerden kişilere aktarılması ihtiyaçtır. Var olsunlar işte bunu yapabilenler. En güzel şeyleri hak ediyor onlar; en güzel kelebekler omuzlarına konsun. Pembe bisikletleri olsun.

Ve bilindiği üzere mutluluk paylaşıldıkça çoğalan bir şeydir de. Irkıyla müsemma beyaz yüzlü, Beyaz Rus bir arkadaşımın sosyal medyada paylaştığı bir sözü hatırlıyorum(Türkçeleştirerek); "Eğer mutluysan, bunu yüz ifadene de söyle.." Harikulade.. Haarikılade..!
Demek istiyor ki; mutlu olduğunda, belli et mutluluğunu, insanlarla paylaş ki senin mutluluğunla onlar da mutlu olsun. Başkalarına da hayrın dokunsun(mutluluk bencillere yakışmaz zira). Evet evet, madem ki mutluluk, madem ki gülmek/gülüşmek, sevmek/sevişmek paylaşıldıkça çoğalıyor ne diye paylaşmıyoruz, paylaşalım. İşte bunu yapanlar da yok mu.. En güzel şeyleri hak ediyor onlar; en güzel kuşlar ellerinden yesin en güzel yemi.. Kırmızı pabuçları olsun.

Mutluluk güzel şeydir, mutlu kalın.

e.p
              

11 Nisan 2012 Çarşamba

İstatistiğe Bir Söz Yazdım Bugün, Yolladım Yağmurla

Geçen yıl final zamanı yazdığım tweet'i dün gibi hatırlıyorum:
"Yeni bir şarkı yazmaktansa nasıl oturup da istatistik çalışayım Allah aşkına?"
Evet öyle de yaptım. Gitarımı elime alıp koyuldum mırıldanmaya.
Azcık re minör, biraz do major, fa diyez vs.
Tıngır mıngır, tıngır mıngır.
Ve evet; sabah olduğunda yeni bir şarkım vardı, güzeldi.
Ama bu tutumum bana alttan kalan bir istatistiğe mal oldu.
Ve şimdi büyük gün geldi de çattı bile, yarın yeniden görüşeceğiz.
Bir mevlana değilim belki ama benim de kıssadan hisselerim var:
Kaçtığımız şeylerden aslında kaçamıyoruz; sadece karşılaşma zamanını erteliyoruz. er geç buluyor bizi kıyıda köşede bir yerde de olsa..

Hazzetmediğim, kullanmayı bir türlü beceremediğim hesap makinem koltuğumun altında,
Bir elimde mahçubiyetim, dilimde o malum şarkının melodisi ve yazarken hissetiğim tüm nahif duygularımla gidiyorum.
Arz ederim.

e.p

Dünya V/Hali

Mimar Sinan'ın "En iyi eserim" dediği Selimiye Camii, geçen yıl Unecso Dünya Kültür Mirası Listesi'ne girmişti.
Ne kadar hoş değil mi.
Peki ya tanıtım amaçlı yapılan organizasyonda; dostluğu simgelemek/pekiştirmek adına caminin eski imamıyla birlikte alana gelen bir ortadoks kilisesi papazının, vali tarafından protokole alınmamasına ne demeli ?
Gerekçe: "Onlar bizim müftülerimizi protokole alıyor mu?"

Ben ona, vali olamazsın demedim ki..


e.p

11 Mart 2012 Pazar

Fetih Beurre

Kabul ediyorum, yapılan uçsuz bucaksız eleştirilerden de hareketle; "Yahu bir gideyim göreyim, eksiklerini tespit edeyim de bir sağlam eleştiri de ben yapayım." diyerekten, Fatih'in Kostantiye'ye yaptığı gibi bir taarruz hevesiyle gittim filme.
Ve ne hoştur ki beklentilerimi, beklentilerimi boşa çıkarmazcasına karşıladı beni Fetih 1453.
Eksiklik, amatörlük, acemilik kaynıyordu film. Eleştirecek mevzu bol. Hatta her şeyden bol.. Deve-hörgüç mevzusu misali.
Olmuyor işte olmuyor.. Yahu para harcamadan bu işler ol-mu-yor..
"E 17 milyon ?" seslerini duyar gibiyim. E iyi para tamam ama bu denli efsanevi bir senaryo için çok çok az. Efendim öyle Türkiye tarihinin en pahalı filmi olmakla, işte bilmem kaç bin tane kostüm kullanmakla, figüran sayısının bolluğuyla olmuyor bu işler. Tarihin en önemli olaylarından birini filmleştiriyorsan, kriterlerini dünya kriterlerine göre belirlemen gerekir.
"Biz anca bu kadarını yapabildik, umarız daha iyisini yapan da çıkar." savunmasını asla kabul etmiyorum.. Hele hele yapılan eleştirilere "Yahu yap da sen daha iyisini yap." cevabını aptallık olarak görüyorum.
Bu film eleştirilir.. En çok bu film eleştirilmelidir, çünkü bu film bir Recep İvedik değildir.
En şanlı destanlardan biri değil mi? Evet.. O halde en mükemmel şekilde olmalıdır..
"Yahu ayrıntılara takılma, filmin içeriğine bak sen, hikaye harika değil mi Allah aşkına" diyenler var.. Yahu bu hikaye filmleştirilmese de harika bir hikaye zaten.. Marifet hak etiği kaliteyi verebilmek değil mi.
İşte bu yüzden acımasızca eleştirilmeli. En iyi olmayacaksa 'Fetih 1453'ler çekilmemeli.

Çizgi filmden pek de bir farkı olmayan sözüm ona animasyon sahnelerine tahammül edemedim.. Bakmak, görmek istemedim..
Film Hz. Muhammed(sav)'ın sözleriyle başlıyor ve o kısım o kadar kısa sürüyor ki.. Arap ahaliyi canlandıran kimselerin diyalogları o kadar acemice ki.. (o kısım kısa tutulmuş, "Zaten film üç saat sürecek.. Koştur koştur koştur." der gibi)
Sonra birden Fatih Sultan Mehmet'in doğduğu ilan ediliyor.. Sadece ilan ediliyor. Sonra bir bakıyorsun Mehmet kılıç kuşanmış, Ulubatlı ile savaş provası yapmakta(yine "Zaten film üç saat sürecek.. Koştur koştur koştur." der gibi).
Olaylar arası tabiri caizse 'zırt pırt' geçişler bitmek nedir bilmiyor.
Ulubatlı mızrağı gönderiyor, mızrak adamın boğazına saplanıyor, yere düşerken ise mızrağın sapı bir yerde, başı başka yerde vs. (yönetmenin gözünden kaçan detaylardan sadece biri)
Veee o gemiler karadan yürütüldü.. Yürütüldü de ne oldu, ne yaptılar, ne işe yaradılar??
Öğrenebildik mi bunu filmde? Hayır. Gördük mü? Yok..
Sadece karadan yürütüldüler ve Haliç'e indiler. Hepsi bu..
Ve bu düşman tarafından o kadar olağan karşılandı ki akıl alır gibi değil. Bu tarihi olayla alakalı bir karikatürde görmüştüm; "-Yahu gemileri nasıl geçireceğiz? +Karadan yürütelim -O da olur." diyordu Fatih Sultan Mehmet.. Filmde, gemilerin karadan yürütülmesi mevzusu bu kadar basit geçilince o karikatür geliverdi aklıma.
Ve bir gelenek de bozulmamış filmde.. "İki ana karakterin kapışması normalden uzun sürer ve başrol oyuncuları hemen ölmezler, kıvranır kıvranın zor ölürler.", ki; Ulubatlı ile o Latin gencin kılıç savaşı sürüyor da sürüyor, alışageldiğimiz gibi. Daha ayrıntılı olması gerekirken kısa tutulup hızlıca geçilen sahneler de vardı oysa, eğer hatırladıysak!
Ulubatlı sancak kulesine çıkıyor, oklar bedenine saplanıyor, üç oluyor, beş oluyor on oluyor.. Kıvranıyor kıvranıyor ölmüyor.. Bir on dakika kadar sırtında, göğsünde oklarla bayrağı kuleye yerleştirmek için çabalıyor. Ne olur tabular yıkılsa; latinle kapışması daha kısa sürse, bayrağı yerine koyma mevzusu aşırı dramatize edilmese..
Hatası bol, eksiği, acemiliği bol Fetih 1453.. Ama çok da normal.
Öyle ya Fatih Aksoy bir yönetmen değil yapımcıdır.. Bu güne kadar "Al şu parayı, film çek bana." demiş ve güzel de paralar kazanmıştır..
Ama yönetmen koltuğu patron koltuğuyla benzer şeyler değil maalesef.
Sonuçları da pek hoş olmuyor zira. Ama filmde bir deve kuşu yumurtası kırıyor Aksoy, çok başarılı buldum doğrusu.
İşte böyle; az para, çok emek(göreceli), yetersiz sonuç. Hep kendimizle yarışıyoruz ve başarısız oluyoruz.
Bu yüzden Fetih filmini Fransızların meşhur bisküvisi 'petit beurre'e benzettim.
Çünkü Amerikalılar'ın yedi katlı düğün pastalarının yanında bizimkiler anca çayla atıştırmalık bisküvi kalıyor.
Afiyet olsun.

e.p