9 Aralık 2013 Pazartesi

Kutup

aynıydı adı
yaşadıkları yerin
ama 
farklı dünyaların 
hayvanlarıydılar
ne bir bardak çay içebildiler
iş çıkışında
ne
sinemaya gidebildiler
beraberce
ne de dolaşabildiler
kol kola
göremediler birbirlerini
bir ömür boyunca
belki bir hayvanat bahçesinde
diye beklerken
ayının
beyaz kürküne hasret öldü
smokinli papyonlu
şarlo penguen

(Ayılar kutupların kuzey olanında, penguenler güney olanında yaşadıklarından kelli,
ve bir hayvanat bahçesinde yan yana konulmadıysalar eğer hasbelkader,
ne acıdır, birbirlerini hiç göremediler)

e.p

5 Aralık 2013 Perşembe

Pembe Bisiklet

Özgürlüğe sürülüyor her biri..
Pedallar özgürlüğe çevriliyor hevesle.
Önde pembe bisiklet,
Arkasında ben, mavi.

Islak sahillere vardık..
Yalın ayak suya daldık.
Siyah bir köpek gördük,
Sırtına el sürdük.
Dört beyaz adam bulduk,
Ne iş yaptıklarını sorduk.
Baktıkları yere baktık..
Ufukları seyre daldık.

Özgürlüğe sürdük bisikletleri..
Önde pembe bisiklet,
Arkasında ben, mavi.

(Bir zamanlar mavi bir bisikletim vardı.. Artık yok. Ama en sevdiğim sayı, hala 124)

e.p

2 Aralık 2013 Pazartesi

Kanguru

bilmiyorum
demeyi
bilmiyorken hiç kimse
suratımıza çarptı
kesesinden çıkarıp
zıplaya zıplaya geçiyorken çukuru
bilgeliğini haykırdı
kızıl kanguru

(Avrupalılar, Avustralya'ya ya ilk kez adım attıklarında sağa sola dolanırken Aborjin ahalisinden yardım alıyorlar el kol tarifiyle vs.
Derken karşılarına zıplayan bir hayvan çıkıveriyor, ilk kez gördüğü hayvanı merak ediyor Avrupalı ve tarifle soruyor; "Bunun adı nedir?" gibisinden..
Gariban Aborjin kendi dilinde cevap veriyor: "Kanguru." Yani: "Bilmiyorum."

"İlim üç türlüdür; açıklayıcı bir kitap, eskiden beri gelen güzel bir adet ve 'Bilmiyorum.' diyebilmek."
-Hadis-i Şerif-  )

e.p

29 Kasım 2013 Cuma

Yaşarken Ölenler

Yaş dökmeden ağladılar,
Diş göstermeden güldüler..
Konuşmadan durdular,
Koşmadan yoruldular.
Sorgulamadılar, düşünmediler.
Düşünmeden yaşadılar..
Yaşamadan öldüler.
Yaşarken ölenler.

e.p

28 Kasım 2013 Perşembe

Peynirli Poğaça Sabahları

Peynirli poğaça sabahları yaşanır her gün bu kentte.
Ve "Ne güzel kayboldum."culuk oynanır geceleri Balgat'ta.
Hoş gelinir Balgat'a,
Hoş bulunur Balgat'ta.
Çirkin Ankara'ya,
Çirkin Çankaya'ya inat,
Sevilir Balgat..
Floransa'da, soğuk bir pansiyonda içilen ekspressonun hatrına.

e.p

10 Kasım 2013 Pazar

Deri Hırsızı Soluk Beniz

Soluk Benizli geldi,
Derimizi kazıdı..
Etim değil,
Onurum çok acıdı..
Soluk Benizli;
Derimizi yüzdü,
Topraklarımızı aldı..
Benim saf niyetim yanıma kar kaldı.
"Gel." demiştim çünkü,
"Gel."
"Şu ağaç benim olsun,
Ve yanındaki senin..
Ve yeni bir fidan dikelim kardeşliğimiz için.."

(Yüzerlerse yüzsünler.. Benim derim bugün yine kızıla çalıyor)

e.p

8 Kasım 2013 Cuma

Bizim Evde Bir Afgan

Asansörde on kişi var,
Metroda bin kişi var,
Evde on bin kişi var..
Bizim evde on bin kişi var;
biri de Afgan.
Tozlu savaşlardan konuştuk, indirip raftan.
Kendime pay çıkardım söylediği her laftan..

Asansörde bir Tunuslu,
Metroda bir Ganalı,
Bizim evde bir Afgan.

(Her daim kozmopolitanizm Allah'ın izni ile)

e.p

3 Kasım 2013 Pazar

Komşu Kabilenin Çadırı

Çömlekleri daha sağlam,
Yemekleri daha tatlı.
Atları daha güçlü,
Mızrakları daha keskin.
Odunları daha kuru,
Dumanları daha koyu..
Çocukları daha neşeli,
Kızları daha güzel.
Daha yeşil otları,
Daha verimli toprakları, kadınları..
Ama bizimkinden küçük;
Komşu kabilenin çadırı..

(Çadırımın önüne kuruldum şarkı söylüyorum.. Derisi kızıl bir şair oldum bugün)

e.p

1 Kasım 2013 Cuma

Ağlayacağız

biz hep ağlayacağız
bir ben
bir İsmail Abi
Mecnun
ve Yavuz
her biri bir yerde
her biri yalnız
biz hep ağlayacağız
bazen
el sallarken bir geminin peşinden
bazen
hayatı bir solukta çeker gibi
genizden
o gemi
bir gün döner gelir diye denizden
ufuklara baka baka
ağlayacağız

biz hep ağlayacağız
bir ben
bir İsmail Abi
Mecnun
ve Yavuz
hepsi de beraber
ama hepsi de yalnız
biz hep ağlayacağız
bazen
eski bir dostun merhabasında
bazen
demli bir çayın
son damlasında
söylenmemiş şarkıların ilk mısrasında
hıçkıra hıçkıra
ağlayacağız

(Pazartesi Sendronu'nu yerle bir eden ekip, bu kez de Cuma sevincini ikiye katlamak peşinde haci. #bendeözledim)

e.p

29 Eylül 2013 Pazar

Akşamüstü

bu akşamüstü
dolmuş dolmuşlar
öpüyordu asfaltı
ayaküstü
mahallenin kedisi
bir sigara kokusu
apartmanın girişi
o gri çöp kutusu
bir de
sokakların kuytusu
sebepsiz bana küstü
bu akşamüstü
eski bir dostla rastlaştık
öyle laflaştık ayaküstü
aynıydı
pek kibardı duruşu
fayda vermiş yıllara meydan okuyuşu
dedi çok değişmişsin
dedim sen neden değişmedin
bu akşamüstü

e.p

9 Eylül 2013 Pazartesi

Metro

Turuncu solucan..
Bağıra bağıra geliyor karşıdan..
Batıkent nere.. Kızılay nere.
Bağıra çağıra geliyor çarşıdan.
Kızılay nere.. Batıkent nere.
Yara yara soğuğu, sıcağı;
Ürküte ürküte köşe bucağı..

Göbekli adam;
Yine hamileler için ayrılmış yeri kapıyor..
Ve en yakın dostu elindeki pet şişe olan çocuk;
Her gün karşı koltuktaki kıza aşık oluyor..

(Bu şehir; iki karışlık metrosu olan bir şehir..
Bu şehir; şehir turu otobüslerinin neden var olduğunu anlayamadığım bir şehir..
Ve bu şehir; sınırları içinde aşık olmanın zor olduğuna inanılan bir şehir)

e.p

18 Temmuz 2013 Perşembe

Karahisarızeyşın

Gelin literatüre yeni bir kelime katalım.
Evet; Karahisarlaşmak, Afyonlaşmak manalarına geliyor..
Karahisarızeyşın.
"Deliriyor musun abi sen?" sorularını gerisin geriye reddediyorum.
Çünkü, yüklemdeki şimdiki zaman eki için artık çok geç.
Ben o işi çoktan gördüm.
"Oynatmaya az kaldı.. Doktorum nerede?" için artık çok geç; ki zaten "Dermanı yardadır sen de bulunmaz, boşuna benimle uğraşma doktor."du halihazırda.
Ve her neyse işte. Çok geç artık her halükarda.
Ben o işi çoktan gördüm..
Ee??
Beni bu hale koyan dilber; kaşların kara değil mi?

Herkesler de gitti.
"Herkes gider mi?" sorusunun cevabı; "Evet, gider."miş meğer gerçekten.
En sevdiklerin, çok sevdiklerin. Hepsi.. Hepsi de gider.
Hepsi de gitti.
Peki ben neden buradayım? Afyondayım?
Ve Karahisarlaşmaya teslim olmuşum?
Neden?
Cevabı bilen bana da söylesin.
Zira en ufak bir fikrim yok.
Bildiğim; artık Karahisarlaşıyorum..

Mesela yolda gördüğüm çarşaflı yaşlı bir teyzeyle dakikalarca sohbet ediyorum artık..
Leyla ile Mecnun hikayeleri anlatıyor bana..
Ben de kendi Mecnunluğumu.
Sanki o benim ninem; sanki ben onun torunuyum.
Sormasam son anda ismini; 'Asiye Teyze' diye de hatırlayamayacaktım sonraları o muhabbeti düşündüğümde.
O ise beni; ismimi bilmeyerek, 'yolumu kestiren delice çocuk' diye hatırlayacak..
Ama muhabbet ne muhabbetti.
Tadından yenmezdi.. O derece.
Yaşı kadar sevimli, yaşı kadar tatlı, yaşı kadar bilge; Asiye Teyze.
İyi ki çıkıverdin karşıma. İyi ki konuştuk seninle.
Ettiğin duaların mislisi olsun seninle..

Peki ya Çavuşbaşla olan beklenmedik samimiyetime ne demeli.?
Aniden gelişen bir samimiyet?
Son zamanlarda pek sıkça uğruyor oluşumdan olsa gerek.
Ayaklarım beni sürekli oraya sürüklüyor ya ondan olsa gerek.
O beni benimsedi mi bilmiyorum ama be onu çokça benimsedim.
Karahisarızeyşın'ın bir aşaması belki de?
Öyle ya; o sarı konak evim gibi artık.
Garson çocuk da nerede olsa tanıyor beni; selamını da esirgemiyor sağ olsun.
Hoş; o ahşap masaya anahtarla kazınmış harfi benim yaptığımı bilseler, o kadar samimi davranırlar mı bilemem.
Ama garson çocuk seviyor beni.
Biraz da halimi anlamış olacak ki "Divaneye dönmüş bu adam." der bir havayla bakıyor yüzüme.
Bugün de öyle baktı mesela.
Ben de ona şöyle der gibi baktım; elimi göğsüme vurarak selamını aldığımı belli ederken:
"O ekmekleri hangi fırından aldın?"

Çavuşbaş denince bir markadır Mevlevi.
Hani bahçesinde dut ağacı var, kiraz ağacı var.
En güzeli de o bodur karadut.
O ne tatlıdır o. Onun arkasından dolanan yol ne tatlıdır.
Oradan yürüyenler ne tatlıdır.
Mevlevi güzeldir Mevlevi; bahçesinde çoluk çocuk dut toplar.
Hem arkadaş olduk çoğusuyla.
Beni görünce "Emre abi, Emre Abi" deyü deyü yanıma geliyor kimisi.
Ve bazıları da soruyor: "Ee sen buradasın.. Leylan nerede?"
Sormayın böyle sorular. "Gönlümde."den başka cevabım yok. Gayrı yer tarifesi yapmaya benim de haddim yok.
Ne tatlı yavrucaklarsınız yahu.
Öyle içten "Abi" diyorsunuz ki; kız kardeşim olsaydı, sizin gibi olsaydı keşke.
Ve günün birinde kız çocuğum olursa, sizin gibi olsalar keşke.
Hem velespit..?
Velespit özgürlüktür ya;
Onlar da pek meraklısı ben gibi.
Velespit sürmeyi bilmeyen Şükran iki pedal daha fazla çevirebildi diye, nasıl da sevindi velespit sürmeyi bilen Kevser.
Bir zamanlar benim de öyle iki pedal fazlalık küçük sevinçlerim vardı, tıpkı onlar gibi.
Peki ya şimdi?
Biri tutamamış oruç, diğeri; üç başta, üç ortada, üç sonda tutacak..
Ben de; on başta, on ortada, on sonda tutacağım inşallah.
Dedim de güldüler.
Ben de sırıttım anca.
Bir zamanlar ben de gülerdim böyle küçük komikliklere, tıpkı onlar gibi.
Peki ya şimdi?
Hem baak;
Bugün bana çikolata verdiler.. Teşekkürler.
Ama var ya; çikolatayla kandırdılar hep beni.
Elime tutuşturdular bir çikolata, sonra da aldılar başlarını gittiler hep.
Siz gitmeyin emi.
Mevlevi'ye geldiğimde göreyim sizi.
Görmek istediklerinin uzakta olması çok üzücü bir hal çünkü.
Hem sizin çikolatayı kaybetmedim henüz.
Siz de bir otobüse binmediniz.
Binip de gitmediniz.
Gitmeyin; rica ederim..
Gidenin arkasından bakmak çok acı bir hal çünkü.
Ee?
Beni bu hale koyan dilber; gözlerin kara değil mi?

Herkesle tanışık olduk bu diyarda, herkesle.
Gidenlerin yerine belki de?
Herkes beni biliyor, ben herkesi biliyor.
Bir tek neden hala buralarda olduğumu bilemiyorum..
Boş bir "Gemiyi en son kaptan terk eder." tribi mi acaba?
Beni kaptan yapan kim?
Herkes gidiyor da ben gitmiyorum işte.
İster kaptan de, ister muhtar.. Yahu ne istersen de işte.
Bağladılar sanki beni buraya.
Ama bak; değişik şeyler buldum bu yolla.
Değişik hallere büründüm bu yolla.

Ne alakası var demeyin, hele bir kulak kesilin..
Bir Akdeniz tatlısıdır ya hani künefe.
Bizlere bir armağandır Arap dünyasından..
Ve Kahramanmaraşlı Şahin Usta'nın armağanıdır Emre'ye.
Ve Künefe Etkisi; armağanıdır Emre'nin, tüm dünyaya.
Bazı şeylere alışılmasını kolaylaştırma durumudur.
Bir nevi kendini kandırma durumudur; Placebo Etkisi'nden hallice.
Hani birisine alışırsın..
Hani bir şeye alışırsın..
Sonra da yokluğuna alışman gerekir..
Hani bazı insanlar vardır; varlıklarıyla bulundukları şehirleri güzel kılarlar.
Hani en çirkin şehirleri bile cennete çevirirler de; sen de alışırsın.
Çirkin bir şehre bile alışırsın..
Sonra da yokluğuna alışman gerekir..
Tam tersine alışman gerekir.
Alışmayı kolaylaştırman gerekir..
Evet.
Evet evet; gitti şimdi..
Güzelliğiyle bir başka şehri güzel kılmaya.
Yetim bırakarak bir şehri, viran bırakarak bir kalbi..
Ve buna alışmak gerek ya hani.
İşte bu işe yarıyor;
Künefe Etkisi.
Üç beş dakikalık mutluluklar için;
Künefe Etkisi.

O kadar sık başvurur oldum ki bu yola; artık Şahin Usta çalışanları da biliyor beni ve künefe aşkımı, her ne kadar Künefe Etkisi'nden haberleri olmasa da.
Sonradan salona gelen garsonun bana: "Abey, ocaktaki künefe sening mi?" deyip de gülmesi başka ne manaya geliyor olabilir?
Var ol Şahin Usta.
Var ol Künefe Etkisi.
Hem İngilizce versiyonu da var artık: The Kounafe Effect!
Hayde buyrun.

Evet, künefeye ve Künefe Etkisi'ne çokça başvurmak durumundayız; biz, çayı şekersiz içenler.
He ya; çay şekersiz içilir.
Ve sıcak içilir.
Didim didim dinletemedim.
"Soğuk çay olmaz." didim;
"Olur." didiler..
"Olmaz." didim, "Olur." didiler.
"E artık aşk olsun." didim.
Biz Künefe Etkisi'ne muhtaç olanlar; çayı şekersiz ve sıcak, kirazı kurtlu, dutu ilaçlı severiz.
Kayısıyı Rize'den, organik çayı Malatya'dan; gibi.
"Olmaz." didiler, "Olur." didim.
Çay şekersiz içilir, sıcak içilir; Erdal Bakkal'da içilir.. O kadar.

Her neyse; Karahisarızeyşın'a teslim oluyoruz ya iyiden iyiye..
Ve şekersiz çaya..
Ve Künefe Etkisi'ne.
Yine giderken bir doz almaya; önünden geçtiğim dükkanın ismi: 'Duha'
Yok artık.!
Yahu ava giderken avlanmak bu olsa gerek.
Son dönemlerde belki de en çok duyduğum kelime. En çok okuduğum belki de; Duha
"Ve lesevfe yu'tıyke Rabbüke feterda."
"Elbette Rabbin sana verecek de razı olacaksın."
He ya; ondan künefeye hücum edişim zaten. Alışmak adına. Süreci kolaylaştırmak adına.
Çaat diye karşıma çıkınca şaşırdım ister istemez.
Hatırladım..
Bir not..
Saman tadında.

Peki ya tatlıcıya gelen çocuğun "Ayran va mı abey?" sorusu?
He ya ayran. Tatlıcıda ayran. Künefe Etkisi ve ayran..?
Ava giderken avlanmak bu olsa gerek.
Künefe alırken hararetimi bir yandan; bir yandan devam ediyor kaset başa sarılmaya.
Ayran?
Öyle ya; çayı şekerin hatrına içmediğimiz gibi, ayranı da pek severiz biz.
Onlarca bakkal, market varken; çocuk geliyor tatlıcıdan ayran istiyor.
Hayret iş doğrusu..
Çocuğa "Yok." dediler.
Ben de "Ayran yok. Ayran gönüllü var. Tam da şurada oturuyor." dedim.
Ama bilinen ayran gönüllülerden değil. Ayran gönüllü oluşu; ayranı sevdiğinden.
Ve ayran sevenleri sevdiğinden.
Çocuk 'replay' tuşuna bastı ve kaseti başa sardı, aldı başını gitti.
Hem o çikolata da vermedi.

Evet ya; Afyon oyunlarına devam ediyor.
Ben ise Karahisarlaşmaya.

Ee?
Beni bu hale koyan dilber; saçların kara değil mi?

e.p

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Melisa

Yakışıklıydı çocuk..
Ve güzeldi kız..
Besbelli; 'aşk'tı sohbetlerinin rengi.
Ve maviydi kzın türbanı; ve mavi yine parkası.
Ve yine aynı renkti çocuğun ıslak mendille sildiği ayakkabısı.
'Uyum'du varlıklarının rengi.
Arkada; abdestli, ellerinde tespihle onca amcaya aldırmadan;
Öpüverdi çocuk kızı yanağından.
Islak bir haz yapıştı kızın yanağına;
Yersiz bir zevk döküldü oğlanın dudağından.
Ve 'utanç' oluverdi kızın bakışlarının rengi.
Bir yandan da keyif.
Şüphesiz 'yanlış'tı yaptıklarının rengi.

Ahlak seviyesini bilemediğimiz bir polis yanaştı aniden;
"Ahlak zabitiyim." diyordu bakışları.
Koyu lacivertti üniforması; koyu siyahtı tavrı.
Kızın yanağından söktü çocuğun dudaklarını;
Kafa kağıdı sordu; "Kafanız mı iyi sizin?" der bir edayla.
Açık maviydi oğlanın kimliğinin rengi.. Ve açık kırmızı kızınki. Utancından kızaran yanakları gibi..
Kusuruma bakılmasın, hak ettiniz..
Eceli gelen köpek misali..
Cami avlusu burası.

Kalktım da yürüdüm sahiplendiğim banktan.. Sandığım gibi benim değildi nihayetinde.
Sahiplendiğim İmaret de benim değil ya zaten, bu bir gerçek.
Ama sahip olmadan sevmek işimiz bir yerde.
Hem Hüseyin Amca'nın varlığı da bir muamma artık.
Göremez oldum son zamanlarda.
Ve Hüseyin Amca'nın bir hayal ürünü olduğuna, benim ise bir şizofren olduğuma inanma seviyesine geldim.
Neredesin Hüseyin Amca?
Bastonun nerede?
Ardı ardına soruların nerede?
Biz tam kadro buradayız işte!

Üç dört bank sonra karşılaştım tanıdık bir simayla..
Misafir oldum üç beş dakika..
'Neşeli bir dost merhabası'ydı BİM'den alınmış Le Cola'nın rengi..
Ve "Oturmaz mısın?"dı samimiyetin rengi.
Elveda.

Yürü..
Yürü Allah yürü.
Hedef başka bir avlu.
Yol yokuş, yük ağır ve eşek topal.
Ayakkabım vurduğundan ayağımı.
Ve çuvallar dolusu günahım ezdiği için sırtımı.
Ve yamaç olduğu için Çavuşbaşın sokakları.
'Şifa'ydı aktarlardan gelen kokunun rengi..
'Davudi'ydi Ot Pazarı Camii'nden gelen imamın sesi.
"Ne olursan ol yine de gel."di; varlığına zıtlık teşkil ederek, dönmesi gerektiği halde tam aksine olduğu yere çakılmış semazen heykelinin rengi.

Merhaba Melisa..
Merhaba yüzünde melisa çiçeğinin güzelliği olan yavrucak.
Kim verdi bu ismi sana?
Bir süre Fransa'da bulunmuş bir akraban mı?
Yoksa çocukla çocuk olmayı başarabilen ve takdirimi kazanan baban mı?
Kırmızıydı üç yaşında olduğunu tahmin ettiğim Melisa'nın tişörtü.
Ve pembeydi beş yaşında olduğunu tahmin ettiğim ablası Ayten'in tişörtü.
Sarımtıraktı; sempatik babalarının kısa kollu gömleği.
Ve başardı çocuklarına olan ilgisiyle gönlüme girmeyi.
Sevinçti; Melisa'nın da, Ayten'in de gözlerinin rengi..
Ve hevesti; her ikisinin de bakışlarının rengi.

Melisa, Ayten..
Zeytin nedir biliyorsunuz.
Poğaça nedir biliyorsunuz.
Muhtemelen zeytinli poğaçayı da biliyorsunuz..
Ama bir pastanede kahvaltı yapıyor olmanın, bir yalnızlık alameti olduğumu bilmiyorsunuz.
Buna 'Zeytinli poğaça yalnızlığı' dendiğini bilmiyorsunuz.
Evet ben buldum bunu.
'Zeytinli poğaça yalnızlığı'
Bilmeyin hiç.
Zeytinli poğaçayı tadın.. Ama 'Zeytinli poğaça yalnızlığı'nı tatmayın asla.
Kalabalıklar içinde yalnız olmanın ne yaman hal olduğunu bilmeyin hiç.
Çelişkiler içinde kalmayın asla.
Özgürlük anıtının arkasındaki hapishane gibi.
Özgürlüğe bu kadar yakınken esareti yaşamayın hiç.
Özgürlüğü görüp de sahip olamamanın sancısını yaşamayın hiç.
Gözleriniz yalnızlıktan değil, esaretten değil; sevinçten, özgürlükten dolsun her daim.
Tatlılığınıza yürekten selam ederim.

Bir ses yükseldi minareden.
"Bana gel."di bu sesin rengi.
Islaktı suyun rengi.
'Huzur'du alnımı yapıştırdığım halının rengi.
Ve 'şükür'dü dizlerimin, avuç içlerimin rengi.
'Selam'dı önce sağ..
Ve sonra da solun rengi..

"Bulanlar ancak arayanlardır."dı çıkış kapısının rengi.
Ve hümanizmdi o anda gökyüzünün rengi.
Ve vedaydı.
Yavaş yavaş vedaydı.
Vedanın rengi hüzündü şüphesiz..
Ve "Ne güzel anlardı.. Bir diğeri nasip midir acaba?"ydı Çavuşbaş'ta bir konağın rengi.
Ne çayın tadı hatırımda, ne demi.
Sadece sarı bir kağıt var aklımda ve üzerinde yeşil renkli cümleler.
Sarı gelip geçiciliğin; ve yeşil ise inadına kalıcılığın, güvenin rengi.

Yokuş aşağı inmek sanıldığınca kolay değil.
Öyle göründüğü gibi değil.
'Öyle' olmayan şeylerin, 'öyle görünüyor olması' güzel değil.
Pamuk şeker pamuktan yapılmıyor mesela..
Üzülme İsmail Abi!

Yine de; merhaba kuyumcular sokağı.
Ve sevdiğim çay ocağı..
Sana da merhaba.
Ve lokumculara da sevimli birer merhaba.
Kaymaklı lokum kadar tatlı birer merhaba.

Ordu Bulvarından inmeli.
Selam vermeli Pars'a.
Merhaba Pars.
Herkes sana 'Vali konağının önündeki köpek' diyor.
Ama bana göre bundan fazlasısın.
O yüzden bu ismi verdim sana.
Hem.. Sen benim ismimi biliyor musun bakalım?
Mesele değil..
Biliyorum; bir gün elimi çok fena ısıracaksın.
Kanatacaksın..
Ama inan ki; bu sana olan sevgimi değiştirmeyecek sevgili Pars.
Elimden damlayacak bir kaç kan pıhtısından daha fazlasısın çünkü.
O yüzden bu ismi verdim sana.
Pek seviyorum seni.
Ve salyalarını bana hediye ettiğine göre; sen de beni?
Öyle değil mi Pars.
Kan kusuyor olsak da; dudağımızın kırmızılığını soranlara "Kızılcık şerbeti içtim." demek gerekiyor bazen. Belki de her zaman.
Ağlarken içimiz, gülmeli gözlerimiz; bazen..
Belki de her zaman.
'Sevgi'ydi; Pars'ın ağzından saçılan salyanın rengi.

Merhaba Uydukent.
Hayretlerim olsun; bahar gelmiş bizim köye.
Şu ağaç ne güzel. Ve çiçekleri.
Ne güzel kokuyorlar.
İlerleyen günlerde isimler vereceğim size.
Aceleye getirmek istemiyorum..
Aceleyle verilmiş bir isimden fazlasını hakediyorsunuz çünkü.
Ve..
Nereden çıktığını kesinlikle çıkartamadığım kirpi kardeş..
Sana da bir merhaba.
Kediler için bıraktığım pilavı götürüyorsun maşallah.
Afiyet olsun.
En son Esbjerg'de rastlamıştım bir kirpiye.
Girivermişti evimizden içeri.
Ve atıvermişti Pakistanlı Şayid evimizden dışarı.
Merhaba sana da Esbjerg.
Ve Şayid Hüseyin.

İyi geceler..
İyi geceler dünya..
Ve iyi geceler; tüm sevdiğim insanlar.
Ve sanırım bu yeryüzündeki herkese tekabül ediyor.
İyi geceler; altı küsür milyar insan.
İyi geceler; yeryüzündeki her bir canlı.
Seviyorum sizi.
İyi geceler..

(Klasik bir 'İmaret Günlüğü' yazısı. Belki de sonuncusu. Vedanın vakti gelmiş meğer. Ve vedanın rengi hüzün gibi)

e.p

19 Mayıs 2013 Pazar

Rönesans'ın Karın Ağrı'sı

Gelse de Vaftizci Yahya,
Nasıl ki indiremez 89 yıllık kirini Mikelanjelo'nun..
Nasıl ki Mona'nın çarpık tebessümü perde olamaz,
Leonardo'nun çarpık hazlarına..
Nasıl ki açılsa gökte kapılar
denk olamaz bağrıma,
devrilse yüce Ağrı
ağrısa dünya
denk olamaz benim yürek ağrıma.

Mikelanjelo
hayatı boyunca yıkanmadı ya,
hayretim buna.
Heykele "Canlansana be adam." diye bağırmak da nesi?
Da Vinci ışık tuttu da yüzyıllara,
Makinalı tüfeği icadın nedir gayesi?
Bundandır
yüreğimde bir ağrı..
Ve Ağrı Dağı'nda Nuh'un Gemisi.

(İki yüzyıla yayılan Rönesans'ı üç cümleye sığdırdık)

e.p

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Ayaklarının Altı

Susadım anne,
Susadım sana..
Kupkuru dudaklarım;
Sensiz güçsüz dizlerim.
Ağzım kan çanağı, sızlıyor iliklerim.
Yetiş imdadıma yetiş;
Sarıl boynuma.
Sırtıma çok derdimi sığdır bağrına.

Ayaklarının altına al beni;
Cennet sende.
Her şeye göğüs gerecek cesaret sende.
Dağları kıskandırır metanet sende.
Aç kollarını, sevgine boğ beni.
Yüreğinde en derine koy beni.
Al yaralarımın çoğunu;
Dindir acımı.
Deva bul bana;
Çare ol içimde saklı ağrıma.

"Her şey çok güzel olacak."
-Aysuna Pehlivan-

(Anneler ağlamasın; ağlatmayalım.. Günleri kutlu olsun)

e.p

30 Nisan 2013 Salı

Arkataş


      Bu şehir gayet kalabalık, adam deryasıdır. Etrafı mamur köylerdir. Halkının yüzleri sarımtıraktır. Çünkü bu diyar afyon diyarıdır.
     Diyor Evliya Çelebi Afyon için..
     Benim tepkim ise şöyleydi, kaleden panoramik bir bakış atıyorken manzaraya; “Beş yılımı geçireceğim yer burası mı Allah aşkına?” Çoğumuz buna benzer sözlerle başladık Afyon macerasına kabul edelim. Ama başta ben, ve hepimiz de gözden kaçırmışız en önemli şeyi.. Oysa Seyyah-ı Alem daha ilk cümlesinde altını çiziyordu:
     İnsan..
     Öyle ya; bir şehrin coğrafi özellikleri, iklimi sana göre olmayabilir. Mimarisini, yapılaşmasını sevemeyebilirsin. Ama insanlarını sevmemek ya da sevememek gibi bir durum olamaz. İnsanı sevememek diye bir şey olamaz.. Dünyayı güzel kılan asıl etkendir insan. İnsanları seversen her şeyi seversin; dünyayı da şehirleri de..
      Kaleden bakarken hesaba katmamışım bunu, acemiliğime verilsin. Olması gerektiği üzere, zaman bunun acısını çıkarttı benden. Dersimi verdi. Tokatlarını peşi sıra indirdi yeri geldikçe.. Her yeni gün, her yeni birini bildikçe.
     Hazırlık sınıfında başladık ya elimizdeki keseleri doldurmaya; her yeni gün, her yeni sınıfta yeni kişiler koyduk keselerimize. Doldurdukça doldurduk. Zenginleştikçe zenginleştik günden güne. Bu yürekler ne kadar geniş.. Bu keselerin dibi yok. Doldur doldurabildiğin kadar..
     Ve nihayet başladık ya birinci sınıfa.. İşte uzun bir süre konaklayacağımız bir liman. Koca dört yıl geçecek bu soğuk beton kütleler arasında; ama onca insanın da sıcaklığı arasında. Gel de heyecanlanma. Gel de sevinme.. Onlarca yeni insan yahu; onlarca yeni kimse bileceksin.. Onlarca yeni tat, onlarca yeni renk.. Kocaman bir gökkuşağının içindesin. Kim bilir neler yaşayacaksın. Kim bilir neler paylaşacaksın. Bitmez bu dört yıl. Bitmesin de zaten. Koca dört yıl; sonu gelmez.
     Ama o da nesi.. Bitmiş bile. Uyuduk uyanamadık olmuşuz göz göre göre. Bir hışımla geçivermiş de durduramamışız zamanı. Yaşadığımız onca anı, tonlarca hikaye kar kalmış yanımıza. Asıl kazancımız ise; o hazırlık sınıfında doldurmaya başladığımız keseler. Tepeleme doldular şimdi. Keselerin ağzını bağlayıp cebimize koyma zamanı geldi.. Evet, bu hikayenin gerçekten de sonuna geldik. Şükür ki güzel bir hikaye yaşadık; onlarca baş karakterle aynı yerde, aynı anda.
     Notlarım arasında rastladığım üç beş satıra yer vermek istiyorum, durumu özetleyen.. Şöyle diyor acemi şair:
Nasıl d a geçmiş zaman,
Farkına varmadan..
Tam beş yıl bu şehirde;
İlk gün daha dün gibi..
Üzülsek de sızlasak da,
Ayrılık çok yakında,
Her şey açıkta gün gibi..
Üzülsek de sızlasak da,
Yollar ayrılıyor yakında..
Vedanın rengi hüzün gibi.
Bu veda..
Her veda gibi olmasın;
Mesafeler dostluğa engel olmasın.
Bu veda..
Her veda gibi olmasın;
Bu güzel hikaye yarım kalmasın..

     Ayrılığa içerlemiş besbelli.. Güftesinin ismine 'Veda' demiş.. Kolay değil ya yıllarını paylaştığın insanlardan ayrılmak. Bırakın içerlesin..
     Orta Asya Türkleri, savaş esnasında arkadan gelecek saldırılara önlem amaçlı sırtlarını büyük taşlara yaslarlarmış. Böylece arkalarından gelecek tehlikelere karşı kendilerini güvende hissederlermiş. Yaslandıkları taşa da 'arka-taş' denirmiş.  Arkadaş kelimesi de, bu timsal ve isimden türeyerek oluşmuş..
Allah kimseyi yalnızlıkla imtihan etmesin.
Allah kimseyi arkataşsız bırakmasın..
     Evet.. Affan Dede'ye para saysak da satmayacak bize çocukluğumuzu..
Yaşadık bitti. Geçmiş geçmişte kaldı. Ama neyse ki gelecek yaşanmadı henüz.
Her şey elimizde.. "Keşke"siz, "Yazık oldu."suz bir gelecek inşaa etmek; yarınları güzel renklere boyamak, en güzel çiçek bahçelerine çevirmek elimizde..
Yolumuz ve bahtımız açık olsun sevgili arkataşlar.
Kırmızı pabuçlarımız olsun. Güzellikler bizimle olsun..

 "Ilık bir çayın da hatırı olmalı bir yerlerde; ve en az 20 yıldan başlamalı bence."
 -Kübra Dağ-

e.p

26 Nisan 2013 Cuma

Nehir Kıyısındaki Yalnız Buffalo

sırtımı verip
kahverengi
dağlara
kafamı daldırmak istiyorum
suya
su için değil
merhaba demek için
balıklara
çünkü ben de
korkuyorum
yalnız kalmaktan
yalnız değilsin
nehir kıyısındaki yalnız buffalo

e.p

22 Nisan 2013 Pazartesi

Kıskançlık

Bu gece..
Hüzün, bana dönmüş yüzünü,
gözlerimde nem..
Ağlıyor hıçkıra hıçkıra elimde kalem..
Olsun..
İyidir bazen gözyaşı
serinlik gibidir, bastırmadan pişmanlık..
Çünkü dolaştıkça yakıyor,
damarımda kıskançlık.

(Bir otobüs durağının, bir market girişinin, bir kitap ayracının ve hatta bir gözlük bezinin kıskanılabileceğine inanalarla aynı köydenim..)

e.p

14 Nisan 2013 Pazar

Bir Meltem Esti, Fırat Nehri Üstünden

Van'dan bir arkadışım geldi..
Xer hati(evet Hemşince tek bir kelime bilmiyorum).
İsmi lazım değil, Fırat Nehri kadar koca yürekli bir kardeşim.
Oturduk laflıyorken gönül meselelerine geldi konu, gecenin bir vakti.
Sevdiği kızı bir başkasıyla evlendirdiklerini zaten biliyorduk.
Telefonda, "Vermezlerse kaçırırım seni." deyişini daha dün gibi hatırlıyorum..
Avuç kadar yurt odasında, dünyalar kadar büyük bir meydan okumaydı şüphesiz.
Gel gör ki olmadı..
Geçtiğimiz günlerde karşısına çıkıvermiş kızcağız; ismi lazım değil, bir Meltem Rüzgarı gibi aniden.
Kucağında çocuğuyla ve arkadaşımın deyimiyle hala aynı güzelliğiyle.
"Ne yapacağımı şaşırdım." dedi arkadaşım..
Dudakları büzüldü, sesi titredi; benim içim titredi..
Düşünsene.. Başkası sarılmış, elini başkası tutmuş, başkasının olmuş; sevmediği bir adamın sıvısı bedenine bulaşmış da bir çocuğu bile olmuş.
Gözleri doldu, gözlerim doldu..
Koca adamlar olmasak, birbirimizden utanmasak oturup ağlayacağız o derece.
Akıl alır gibi değil.. Tahammül edilebilir gibi değil; koca bir hayatı, dikdörtgen bir betonun içinde sevmediğin bir cüsseyle geçireceksin..
Tanımadığın biri.. Bir başkasıyla yaşayacaksın bir ömür boyu.
Eyvah eyvah. Allah yanında olsun inşallah Meltem Rüzgarına benzeyen kız.

Uyuttum bizim genci.
Kendimi düşündüm sonra; on yıl geçtikten sonra mesela, 34 yaşındaki ben... Böyle bir şey olsa nasıl olur acaba? Ne hissederim?
İstanbul'da, Ankara'da, Bursa'da.. Efendime söyleyim; mesela Rize'de, Malatya'da, Londra'da, Paris'te, Tokyo'da, Mekke'de..
Dünyanın herhangi bir yerinde işte, çat diye karşıma çıkıverse; kucağında çocuğu, kendisi kadar güzel.
Ne kadar güzel bir çocuk, ne kadar çirkin bir çocuk(çocuklar çirkin olmaz. Hiçbir yaratılmış çirkin olamaz).
Belki de sevmediği birinden; belki de kendisini sevmeyen birinden..
Sevmediği ya da tarafından sevilmediği biri?
Ama aynı çerçeve içinden olduğu biri..
Düşünsene; sevmediğin bir arabayı arkadaşın satıyor diye satın alıyorsun.. Arkadaşının hatrına.
Yazık.
Ne derece tahammül edilebilir bir tablo olurdu diye düşündüm; tahammül edemedim de salıverdim ağladım; içten içe Allah'tan, Fırat Nehri yürekli arkadaşıma çaktırmadım hiç.
Hem uyuyordu zaten.

Elton John abimizin dediği gibi: "Jealousy burns."; "Kıskançlık yakar."
Aynen öyle.
İşte bu cümleye inananlarla aynı köydenim.
Bir kitapta, "Bazen insanlar; olan şeyleri değil de, olma ihtimali olan şeyleri kıskanır." gibi bir cümle geçiyordu.
Gerçekten öyle..

Ve buna neden HBÇ'de yer veriyorum?
"Acılar paylaştıkça azalır." dediler diye.. Belki bir faydası olur.
Bir arkadaşım şuna benzer bir şey söylemişti: "Abi yazma böyle şeyler; okuyoruz, ağlıyoruz."
Ağla tabi.. Sadece Fırat Nehri Yürekli mi ağlasın. Sen de ağla. Gözyaşı söndürür belki yangını.
Ha gayret.. Çanak tutun azcık.

Akıl Adam Yılmaz Erdoğan abimizin hatırlattığı üzere; "İnsan nefsine ağır gelen, hakkında hayırlıdır derler."
İnşallah diyelim.
Psikolojideki 'mantığa bürünme' mekanizmasına da benziyor biraz.
Hayırlısı diyelim..

Turist Ömer selamı verip; "Haydi eyvallah." demek, sırtını dönüp gitmek zor.
Hoş beklemek usandıracak değil. Hem sevmekten kim usanır.
Ama hayat; aynı ismi taşımaktan zevk duyduğum Yunus Emre'nin mısraları kadar gerçek: "Bir bahçeye giremezsen, durup seyran eyleme."
Evet evet.. Hayat bazen çok acımasız.
Sağlık olsun.

(Otlu peynir getirmesen de; Van'dan kalkıp ziyaretime geldiğin için, ısmarladığın çay için, tasavvuf konserinde bana eşlik ettiğin için ve hikayeni yazımda kullanmama müsade ettiğin için teşekkür ederim Fırat Nehri yürekli arkadaşım(spas dıkım). Hakkında en güzelini, layığını dilerim).

e.p

Çünkü

Çünkü;
Savaştan sonra ülkeler perişan, şehirler viraneye dönmüş..
Avusturya..
Hükümet bakıyor "Yahu neresinden tutalım da adam edelim memleketi."diye düşünüyor. Karar veremiyor.
Akıllının biri diyor ki: "Halka soralım."
Soruyorlar da.
Halkın cevabı şu: "Önce opera binalarını onarın."
Çünkü;
Mozart öldükten sonra, eşi gidiyor Danimarkalı bir diplomatla evleniyor.
Diplomat ölmeden önce şunu rica ediyor: "Mezar taşıma 'Mozart'ın eşinin ikinci kocası' yazın."
İşte bunlar Avrupa'nın sanata bakış açısı.
Bizim sanata bakış açımız: Sertaç Ortaç.

Çünkü bizim memlekette en güzel sesi(Obez Türkiye), en yetenekli kişiyi(Yeteneksizsiniz Türkiye), en iyi filmi(Antalya Altın Portakal Film Kasası) Hulia Avshar seçiyor..
Merak ettiğim; bunları hangi sıfatlarla yapıyor?
Oscar ödüllü bir oyuncu?
Emmy, Grammy ödüllü bir sanatçı?

Derdimiz büyük derdimiz..

Her neyse, bütün bunlara rağmen; Afyon'a kemanı, piyanoyu, viyolonseli, flütü getirenleri bir alkışlayalım hele.
Allah razı olsun.
Kolay değil 12. düzenlenen bir müzik festivali.
Helal olsun. Teşekkürler sonsuz.
Millet Hamamı'nda güzel anlar yaşadık.
'Kuzeyin Kalesi'nin yanı başında.
Hem aşk olsun bize;
Çellist için "Kurt adam kılıklı, Nemrut", piyanist için "Aman ne ukala be." dedik de sonradan hepsini ne kadar da sevdik.
Bir tek flütçüyle eritemedik buzları. Ama o da çok kızgın bakıyordu be..
Ve en çok da kemancıları sevdik.. Oy oy hepsi birbirinden şeker.
Daniel; güzel adamsın vesselam. Şirin adamsın vesselam. Kemanına sağlık.
Düşünsene mesela Daniel eşini dövüyor. Piyanist sevgilisine sövüyor. Ya da çellist yere tükürüyor.
Mümkün değil.
Hayal edilmesi bile zor.
Sanatçı adamdan zarar gelmez demem o ki.
Ne kadar sanat o kadar iyi . Ne kadar sanatçı o kadar iyi bir memleket için.
"Türküleri olan adamın yüreği güzel olur." derler ya, o hesap.

Bu arada.. İmaret Şadırvanı'ndaki o "Ya bunu nasıl yapmışlar?" mevzuu, gerçekten de insanlar abdest alırken dedikodu yapmasınlar diye düşünülmüş olabilir; 'sevgili arkadaşım(arkaaşım) Tuce' haklı olabilir.
İmaret Şadırvanı'nın akustiği, Millet Hamamı'nın akustiğiyle yarışır.. Orada da bir etkinlik düşünülebilir bence.
Çok güzel olur..
Mevzusu geçince geçenlerde yaşadığım hadiseyi anımsadım; şadırvanda, tam benim olduğum yerin karşısında teyzenin biri vir vir vir anlatıyordu..
Her şeyi çok net duydum.
Elimde koz var; yaktım seni hanım teyze!
Oranın akustiği bir harika.
Etkinliğin 13.sü için neden denenmesin; organizatör 'Hüseyn Abee'yle(herkes öyle sesleniyordu) konuşmayı düşünüyorum.

Evet, hepi börtdey Anna.
Yahu nasıl da utandı sahnede doğum gününü kutladılar da.
Yahu sen iyi ki doğmuşsun. İyi ki keman çalmasını öğrenmişsin de taa Prag'lardan gelip bize keman çalmışsın..
Kemanın asaleti sana; senin asaletin kemana.
Var ol, güzel yaşa inşallah Anna. Allah seni hiçbir zaman yaptığın bir beste için "Toplum beni anlamadı." durumuna düşürmesin.

Bir de; bu festival süresince fark ettim ki; ben viyolayı kemandan çok seviyorum.
Ve üzeri güzel insanların güzel imzalarıyla dolu koca bir afişimiz var şimdi.. Ne mutlu bize.


(Afyon 12. Klasik Müzik Festivali Panoraması)

e.p

6 Nisan 2013 Cumartesi

Gülyurt Manzaraları

Ağzımdaki yarım kiloluk çam sakızı artık tahammül edilemez bir hale gelince, bir yere oturup mola vermeye karar verdim.
Yollar bacaklarımı, sakız çenemi, düşünceler beynimi yormuş yeterince..
Sindim Yeşilyol Gülyurt'a.
Bir çay molası verdim; hem belki üç beş de kurabiye yerim.
"Erdal Abi çay banaaa.." (Afyon'da en iyi çay Gülyut'ta bu arada).
Oturdum yerime; kahverengi deri ajandam yanımda, içinde sarı/yeşil  kağıtlarım.
Bir de uyduruk bir kitap var; okur muyum bilmiyorum.
Ama kalemi yerinden çıkardığıma göre yazmaya niyetim var.

Nereden başlasam?
Hee şunlardan mı?
Yaşlı teyze, ve karşısında genç biri.
Kızı mıdır bilemedim. Ama gülüyorlar ne güzel.
Allah daha çok güldürsün inşallah.
Kahvaltılarını yaparken nasıl da eğleniyorlar. Nasıl da mutlular..
Tost var, yanında biraz sebze; çay da iyi gözüküyor.
Ama bir dakika..
Hayır. Yapmayın bunu.
Boş İşler Güçler'den bir sahneyi hatırlayarak gülmeyin sakın.
Yok yok.. Sakın ha yapmayın öyle bir şey.
Sakın gülmeyin o salak şeye. Pardon; o salakoğlu salak şeye.
Hem insanlar, vücuttaki tüm organlar ve tüm akrabalık ünvanlarının kombinesiyle oluşturulmuş küfürler silsilesine sarılmış; kaliteden yoksun, bayağılıkta bonkör bir paçavrada ne buluyorlar anlayamadım.
Hoş onlar da benim L&M'de ne bulduğumu anlayamıyorlar ya neyse.
L&M, televizyon tarihinin en orjinal yapımı olduğu için seviliyordur belki de. Ve bir gram küfür içermediği için.. Bu yeterli bir sebep bence.
Bazen bazı şeyleri acımasızca eleştiriyorum evet; ama hak etmeyene lafım yok ki.. Kimsenin tavuğunu gereksiz yere ürkütmedim şükür ki.. Biri cinayet işlediğinde "Saygı duyarım.. Ben karışmam." diyemezsin mesela. Onun gibi; göze çarpan bir seviyesizliği de dile getirmek gerekiyor ve bu da bize düşüyor sanırım.
Neyse, afiyet olsun size.

Yan masadaki kız..
Ah be kızım.. Ah be güzel kızım..
Yahu bırak şu elindeki sigarayı, hiç yakışmış mı Allah aşkına.
Ne kadar da narinsin.
Yahu bırak şu sigarayı da Dünya Güzeli yapalım seni.
Tamam Türkiye Güzeli olsun.
Yahu tamam Afyon Güzeli yapalım..
Tamam tamam Gülyurt Güzeli; ama at o sigarayı yahu.
O ağzın nasıl kokuyordur şimdi Allah'ım Allah'ım.
Hem bak evlenirsin bir gün; şimdi ağzında keyifli keyifli o tütün dumanını dolandırmak uğruna, on yıl sonra çocuğun olmaz dayanırsın kapıma "Yaa sen söylemiştin." diye..
Gerçi söylemedim. Yazdım sadece..

Aa o da nesi bizim Slovaklar. Üçü de birlikte.
Dur bakayım, fark ederlerse beni bir çay ısmarlarım..

(3 dk sonra)
Fark etmediler, geçip gittiler :(
Ama ben onların Migros poşetlerini fark ettim.. Taradım adeta; beyaz peynir, süt, çikolata vs.
Beyaz peyniri öğrenmişler ve sevmişler besbelli. E güzel.

Nerde kalmıştık;
Al işte.. Not düşülmesi gereken bir kızcağız daha..
O kız..
Elinde iphone'u, ayağında alafranga bir çizmeyle; o kız..
Başında türbanı, bacağında taytla; o kız.
A be kızım; tamam gerçekten de dikkat çekiyorsun(buysa amacın).
Tamam gerçekten de seksisin(buysa amacın).
Ve bunu amaçlamıyorsun büyük ihtimalle ama gerçekten de komiksin.
Yok yok; esprilerini falan duymadım.. Ya da fıkra anlatırken dinlemedim seni.
Ama bu resim gerçekten de komik.
Şimdilerde, arkadaşlarımca Cuma Namazı'nda görülen Çelik'in; zamanında şarkı sözünü değiştirip "Ya Rab" yerine "Ah yar" deme çabası kadar komik.
Bu kızcağızın hali bana 'lahana-perhiz' muhabbetini hatırlattı.
Bir de 'altı kaval, üstü şeşhane'yi.
Bu hal; Çavuşbaş'ta bir hamamda, Prag'lı bir sanatçının viyolonselinden çıkan bir do major sesi kadar enteresan.
Bence..

Yahu bir baktım.. "Neden hep kızlardan, teyzelerden bahsettim?" diye düşündüm.
E burası kadınlar matinesi gibi.
Orta yere kurulmuş ben ve hemen karşımdaki çiftin erkek üyesi hariç.
Karşımdaki çift..
Ne kadar güzelsiniz. Allah bozmasın inşallah ne diyelim.
Mutlu olun hep.
Bak bak Middle Coffe'yi aldılar ellerine okuyorlar.
Oysa bunları geçen yıl yazıyor olsaydım; "Puzzle Time'ı aldılar ellerine okuyorlar ve ellerindeki yayını yan masadaki adamın yaptığını bilmiyorlar." diye yazacaktım.
Yine de hoşuma gitti.
Yok yok kibir değil. "Taklitler aslını yaşatır." tribine girecek değilim.
Ama resmen taklit edilmişiz yahu, enteresan.
Ve ben tam bunları yazarken Mustafa'nın beni araması daha da enteresan.
"İşte ben buna şaşıyorum." (Topaloğlu Mustafa bu cümleyi anlar).

Çiftimize dönelim..
Daha doğrusu delikanlıya.
Bak sana naçizane bir tavsiyem var.. Hoş bu konularda ahkam kesmek haddime midir o da muamma; diyebilirsin ki "Varsa ilacın sür kendi başına.."
Ama en azından şunu söyleyeyim; sen sen ol, hep sev bu kızı.
Asla ve asla bir eti sevme. Deneme bile.
Yahu canın et çekerse, kasaptan bol ne var. Ya da git bir kebapçıya.
Ama sakın ha sakın; bir eti sevme, gözümdeki güzel imajınıza gölge düşürme.
Ve ben kalkışacak olursam böyle bir şeye, tabancayla vur beni. Başkası değil bak sen yap bunu. Bugünün gayrı resmi antlaşması olsun bu da. Birbirimizi tanımıyor oluşumuza rağmen.
Hem bak kabul edersen, bir şarkı armağan ederim size.
Daha yeni yazdım.. Adı, 'Veda'.
Ben okulun bitiyor oluşu üzerine yazmıştım gerçi ama şu tevafuklara bak sen..
Müslüm Baba'nın  kırkı çıktıktan sonra piyasaya sürülecek albümünün ismi de 'Veda' olacakmış..
Ve 'Köprüleri Atmak' isimli bir filme de fon müziği olmak nasipmiş bu şarkıya..
Köprüleri Atmak; 'Duygu Öğütme Makinası' başlıklı bir yazıda bahsi geçiyor.
Veda; sadece üniversite arkadaşlarına değil de, her türlüymüş meğer.
"Neye niyet, neye kısmet." diye buna deniyor sanırım.

Merhaba, yeşil kıyafetli 'Caddedeki tozların yerini değiştirici' amca..
Allah kolaylık versin. Keşke sana yardımcı olabilsem.. Ama en azından gofretimin ambalajını yere atmıyorum. İnşallah bunu göz ardı etmiyorsundur. Elimden gelen bu senin için.
Hem keyifli keyifli çayımı yudumladığıma bakma.
Hani dünyada sadece Pamuk Prenses var cadıdan daha güzel ama onun da yatağı kötü ya.
İşte o misal; senin doğum günün sadece bir doğum gününden ibaretken mesela, benimki daha fazlasını ifade ediyor..
Benim doğduğum gün, bir doğum günü olmaktan fazlası maalesef..
Şimdi burada yaz desen yazamam.. Ama yanıma gelip de soran olursa kulağına fısıldayabilirim.
Başkasına söylememek kaydıyla.

Muhtemelen; o küçük beyaz süs köpeği, tasmasının ucundaki elin bağlı olduğu bedeni kahramanı olarak görüyordur.
Hem belki de balonunu yakaladığım çocuk da beni..
Maşallah sana; şöbiyetin şerbetinden tatlısın.

Hoppalaaa..
Kağıdım bitti.. Çayım da, kurabiyelerim de..
Ve müezzin rica etti, "Azcık da buraya gelin." dedi; şöyle seslendi: "Allah en büyüktür.. Allah en büyüktür.."
Biliyorum.. Ve biraz bekleyin, geliyorum.
Hedef, Yeşil Cami.
Sagopa Kajmer'e benzeyen imamı pek severim..
Kuşkularına bir kuş konmuş.. Saçlarında kış..


e.p

Duygu Öğütme Makinesi

"May neym is Sayid..
Sayid Carrah. Ayem fırom Tikrit, İrakk."

O meşhur Cumhuriyet Muhafızı Sayid Carrah.
Hani o Lost Adası'nın bıçkın delikanlısı.
Hani o "Nadya da Nadya" dedi dedi de, sonra gitti Şenon'a 'Kayıp Ada'da 'aşk yuvası' kurdu elleriyle; üç beş bambu, biraz da paraşüt beziyle.
Çakma aşık Sayid Carrah.
Çakma sadık Sayid Carrah.
Duygularını parçalayabilmeyi ve bir eti sevebilmeyi, muhafızlık yıllarında çokça kullandığı 'belge imha makinesi'nden öğrenmiş olabilir.
Ama herkesin ilham alabileceği, tonlarca belgeyi yok ettiği bir 'belge imha makinesi' olmayabilir..

Kasapta kıyma makinesi; koca ineği hamburger köftesine çevirir de madara eder.
Aktarda kahve öğütücü; ayrı ayrı duran taneleri "Gelin kaynaşın bakayım." dercesine öğütür, un ufak eder de birbirine katar.
Veya Sayid'in belge imha makinesi; gerçekleri, belgelenmiş şeyleri çatur çutur 'hiç'e çevirir.

Nasıl da her şeyi düşünmüşler..?
Kasabın, aktarın ve Sayid'in işi kolay.
Peki nerde, zor süreçleri atlatmak için kullanılacak 'süreç kıyma makinesi'?
Neden icat etmemişler, insanları sıkıntılarından kurtaracak bir 'sıkıntı imha makinesi'?
Sorarım size, hani neden kimse yapmayı becerememiş bir 'duygu öğütme makinesi'?
Olsa ne güzel; doldur doldurabildiğin kadar. On dakika sonra yepyeni birisin.
Duygusuzun tekisin.
Belki adanın muhtarı bir Benjamin Linus bile olabilirsin.
Kim bilir belki de bir Erdal Bakkal bile olabilirsin.

Hani bazen derinin yüzüldüğünü hissedersin ya.
Ciğerine kaynar demirler döküldüğünü hissedersin.
Gırtlağına kancalar takmışlar, asılıyorlar sanki.
Gözlerinin görmez olduğunu; ellerinin, dizlerinin tutmadığını hissedersin.
Çünkü aşk, çok güçlü mered. Kimse onun kadar sert vurmuyor.
Vurunca acıtmakla kalmıyor.. Felç ediyor mübarek.
Ve yoksa kısa yoldan bir çözümün, yoksa elinde bir ilaç veya bir makine; yollara düşüp Mecnun olmaktan ya da acıdan sevk duyar hale gelip Fuzuli'ye dönmekten başka çare yok.
Acıdan sevk duyabiliyor olmak biraz mazoşistçe olabilir tabi.. Ama Fuzuli bunu sevdiğine göre vardır bir hikmeti.
Neden olmasın?
Ve hiç süphesiz; Fuzuli olamayanlar için çok gerekli, bir 'duygu öğütme makinesi'.

Vurmuşlar tokadı ağlatmışlar ciğerlerim açılsın diye, sonra demişler ki: "Adı 'Aşık' olsun."
Manasını bilmişleri mi, başına ne işler açılacağını tahmin etmişler mi bilemiyorum. Karşısına bir 'Gönül Ateşi' çıkar mı diye düşünmüşler mi bilemiyorum.
Ama ismin gereği gibi de olmuş..
Puzzle Time vasıtasıyla muhabbet kurduğum bir işletme sahibine sorardım: "Naber abi, nasılsın?"
Ve şöyle derdi: "Gariban ne yapar? Çalışır."
O misal işte.
Herkes işini yapıyor;
Gariban çalışıyor..
Yağmur ıslatıyor, ateş yakıyor, 'Aşık' seviyor..
Herkesin işi belli.
Allah, bu ismi taşıyan bünyeye ne kadar da çok vermiş bu 'sevme' kabiliyetini(şükür).
O kadar çok, o kadar çok ki damarlarımda geziyor. Ve bazen de boşa akıyor; yazık oluyor..
Ve bu, vali konağının önündeki köpeğin elimi yalamasıyla tüketebileceğim cinsten bir çokluk değil.. Sonu gelmiyor.
Damarlarımda geziyor;
Parmaklarımın ucundan dökülüyor.. Boşa akıyor..
Ve bu israfı umursamamanın çaresi, bir 'duygu öğütme makinesi'.

Hani bazı arkadaşlarınla maç izlersin, bazılarıyla maç oynarsın..
Bazılarıyla pikniğe gider, soğanı elinle kırar da yersin; bazılarıyla şık bir mekanda Çakapuli yersin.
Kimiyle adaçayı içersin, kimiyle kuşburnu..
Ve kimiyle Rize Çayı içersin; senin bardağın onunkinden biraz daha dolu.
Bazısıyla müzik dinlersin, bazısıyla müzik yaparsın..
"Gel bir şarkı yazalım." dediğinde belki de yalnız kalırsın.
Yahu biriyle film izlersin de tiyatroya başkasıyla gidersin..
Biriyle oturur bir şeyler okursun da yazmaya sıra gelince yalnız yazarsın.
"Gel diğer insanların perspektifinden görmeye çalışalım dünyayı ve olayları." dediğinde yalnız kalırsın belki.
"Gel farklı açılardan bakalım"da yalnız kalırsın.
Çok kişi "Yağmuru seviyorum." der de, "Yağmurda koşalım."da yalnız kalırsın.
"Yağmuru seviyorum." deyip de yağmur yağınca şemsiye açanlara tek başına şaşarsın.
Yol kenarındaki dilenciye bir lira sen verirsin, iki lira yanındaki verir de; "Gel sokak çocukları için bir şeyler yapalım." dediğinde eşlik edebilecek başkasını bulmak zorunda kalırsın.
Caddelerin pisliğine beraber söylenirsin de "Gel geri dönüşümle alakalı bir şey yapalım." dediğinde eşlik edebilecek başkasını bulmak zorunda kalırsın.
Herkes çokça şeyden şikayet eder de; "E gel karanlığa biz bir mum yakalım." dediğinde eşlik edebilecek başkasını bulmak zorunda kalırsın.
Yakınmasını herkes bilir de "Gel bunu dile getirelim, itiraz edelim." dediğinde eşlik edebilecek başkasını bulmak zorunda kalırsın.
Herkes kuru kuru "İnsanlar mutlu olsun." der de bunun için çabalamak gerektiğinde yanında çok kişi bulamazsın.
Farklı şeyleri, farklı kişilerle yapman icap eder;
Hepsini tek bir kişiyle yapabilmen mümkün olmaz çoğu zaman..
Ve öyle birini bulduğunda da kaybetmek istemezsin doğal olarak.
Ve parmaklarının arasından süzülüp gitmesi canını yakar doğal olarak.
Masanın üzerinde yan yana duran, manyak bir müşterice üzeri yeşil bir kalemle çizilmiş bardaklar kadar;
Çılgın At ve Hüzünlü Gergedan isimli iki Kızılderili'nin yayından çıkan; aynı ava doğru giden oklar kadar paralellik teşkil eden insanların, aralarında bir paravanla serüvene devam edecek olmaları düşüncesi can sıkıyor doğal olarak..
Düşünsene mesela; aynı otobüste gidiyorsun, aynı yere gidiyorsun ve arada bir başka yolcu olduğu için birbirini göremiyorsun.
O kadar yakınsın.. Ama o kadar da uzak.
Oysa birliktelikle daha güçlü olunabilir, hedeflere daha emin yürünebilir.
Daha güzel şeyler yapılabilir.
Yahu bu oklar aynı yöne gidiyor. Bu okların amacı aynı.
Bu oklar birlikte hareket etmeli.
Yahu bu otobüs aynı durağa gidiyor işte.
İşte bu durumun görmezden gelinmesi gerçekten de üzüyor.
"Kafaya takma bee"nin belki de tek mümkün yolu ise, bir 'duygu öğütme makinesi'.

Parmaklarının arasından süzülüp giden derenin suyu gibi, sarılıp tutamadığın yağmur gibi;
"Parmaklarımı sıkayım, kollarımı kavuşturayım da aralardan geçmesin." dersin de beceremezsin..
Yazık olur; işte böyle..
"Biraz oraya, biraz şuraya, biraz ona, biraz buna." diye, "Biraz Aziz Juso'ya, biraz annemin ineğine, biraz iyi niyetli hocaya, biraz güler yüzlü köfteciye, biraz şu parktaki kırmızı çiçekli ağaca, biraz cadde manzaralı banka, biraz apartmanın maskotu sarışın çocuğa; biraz kulağında küpesiyle, kolunda dövmesiyle Cuma Namazına gelmiş delikanlıya, biraz davudi sesli Otpazarı Camii İmamı'na, biraz Mevlevi Camii Avlusu'na" diye üleştirirken sevgini; "İşte çoğu da sana." diyebileceğin birini kaybetmek istememen normal.
"Bunun için her şeyi yaparım.. Her şeyi göze almaya varım." dersin.
Bu, en radikal şeyleri denemek olabileceği gibi; duygularından vazgeçmek bile olabilir.
Komiteyi çağırın, heyeti getirin.. Rekorlar Kitabı'na girmeli bu hadise.
Fedarkarlıkta sınır tanımamak adına duygularından vazgeçmeyi deneyen adamı kitaplar yazmalı..
Evet belki de duygularından vazgeçmeyi bile denersin.. Denersin de becerebileceğin meçhul.
Sırf kaybetmemek için, bunu bile denersin.
İşte bu noktada çok gerekli, bir 'duygu öğütme makinesi'.

Evet, sonunu göremediğin bir yolda yürümek deli işi, bu belli..
Hani tren yolunda mesela; karanlık sonu.. Ama "Yine de yürürüm." dersin. "Çünkü benim gözüm o karanlıktan daha kara."
Alice'in ormanda kayboluşu gibi; koca bir belirsizlik içinde bile "Ben varım." dersin. Çünkü delisin.
" 'Sevmek, birçok şeyi göze almak' değil de nedir?" dersin. Çünkü gerçekten de seversin.
Ve belki de bunların hepsi nafile, anlatamadığın sürece; ya da anlatırsın da karşındakini inandıramadığın sürece.
Ve muzlu, ve çilekli, ve kavunlu, naneli, vesaireli; 'şıpsevdi' sakızıyla işin yok.
Çünkü aşk, ağızdaki bir sakızdan fazlası.
Yahu biz "Tebessüm sadakadır."a inandık.
Yoksa, 'şıpsevdi' sadece bir sakız markası..
Evet..
'Karanlığa yürümek..' (böyle bir film var mı bilmiyorum ama güzel bir film ismi olabilir).
Karanlığın üzerine üzerine yürümek o kadar zor ki; yolun sonunda referans alabileceğin, ona doğru gidebileceğin bir ışık görmeden.
Bu karmaşaya direnmek o kadar zor ki.
Ve bu süreçte yalnız olduğunu hissetmek o kadar çirkin ki.
Tüm acıların, sıkıntıların sende toplandığını bilmek o kadar çirkin ki;
Güzel bir kızın ağzının sigara kokması kadar çirkin.. Ve yine aynı ağızdan çıkan bir "Lan" kadar çirkin.
Hem bu arada; güzel kızlar köşelerine çekilip, cümlelerin altını çizerek kitap okumalıdırlar zaten.
'Muhabbet fedaisi' olabilmek adına.
Hem sustuk da kime yarandık Allah aşkına? Konuşmakla varılır hedefe.
Düşerken duramazsın, susarken anlatamazsın; bu böyle.
Husumete ya da susmaya yetecek kadar vakit yok..
Öyle öğrettiler bize.
Ve al sana iki film ismi daha:
Birincisi; yazıp yönettiğim, 'Gemileri Yakmak'. Ana fikri, her şeyi göze almayı öğütlüyor. Gişe başarısı vasat.. Eleştirmenlerce beğenilmedi.
Ve ikincisi; güzel bir yönetmence çekilen, 'Köprüleri Atmak'. Bir dram. İzleyeni ağlatıyor. Gişede iş yapıyor..
Allah aşkına.. Nerede bu 'duygu öğütme makinesi'?

Yok yok..
Güvendiğim dağlara kar falan yağmadı şükür ki.
Hatta gurur duydum ben bunla. Güvendiğim dağ tam da güvenimi hak ediyor bu besbelli.
Gel gör ki; bindiğim gemiler battı. Tuttuğum dallar kurudu. Maşallah dediğim üç gün zor yaşadı.
Turgenyev'in dilencisi ile Nasreddin Hoca'nın hırsızı aynı kadrajda, ne enteresan.
Teoman'ın deyimiyle: "Hem yarabandı, hem yara." ne kadar da doğru.
Peki ya yine Teoman'ın  deyimiyle: "Özgürlüğü seçmek.. Başka vücutlar sevmek.."? Ya bunun doğruluğu??
Hop.. Hop hop ne oluyor öyle?
Klavyemin tuşları neden ıslandı?
D harfinin üzeri sırılsıklam.. E  harfi köşesinde boynunu bükmüş..
Hayretlerim olsun.. 'Yeni metin belgesi' ağlıyor halime.

Bir eğlenceye davet üzerine icabet etmiştim.. Millet sarhoşluktan kırılıyordu tebir-i caizse.
Macar bir arkadaşım sigara sarıyordu; kendini kontrol edemez haldeydi ve elleri titriyordu. Beceremedi sarmayı. "Ver ben sarayım bari." dedim.
Ve parmağındaki yüzüğü fark ettim. Şakayla sordum: "Evli misin yoksa?"
Ağzını zorla kıpırdatıyordu ve şöyle dedi: "Aaayyuueeemm meerrrrieddd tuuv lauuyf meeeaann."
Hayatla evli olduğunu söyledi..
Bir sarhoştan bile öğrenilebilecek bir şeyler var.
Kim bilir belki de, 'hayatla evli olabilmek' gibi kavramlar bulmamız gerek kendimize.
Ya da tez elden bir 'duygu öğütme makinesi'.

Bismillahirrahmanirrahim;
".... Elbette sonsuz gelecek yaşam senin için şimdikinden hayırlıdır.
Elbette Rabbin sana verecek ve razı olacaksın....."

Hayat bazen çok: Duha.


e.p

30 Mart 2013 Cumartesi

Barış Güvercini ve Vampir

Vahlarım olsun..
Yuhlarım olsun, bu dünya nasıl bir dünya..
Yahu bu dünya öyle bir dünya ki; bedeninin rengi siyah veya kızıl olduğu için öldürülebiliyorsun..
Kızılderililerin o kızıl derilerini teker teker yüzdüler; altında beyaz bir başka deri bulabildiler mi bilemiyorum.
Ve üzerine aç köpekler salınan, elleri kolları bağlı zencileri hatırladıkça hala hüzünleniyorum.
Yahu bu dünya nasıl bir dünya?
Kafatasının daha dar ya da daha geniş olması, vücuduna kurşun sıkılması için bir sebep.
Elinde olmadan mensubu olduğun ırkın öldürülmen için bir sebep.
Hayretlerim olsun..
Yahu ne olur bırakın; mezurayı sadece terziler kullansın.
Ve insanların ırkları artık hakaret unsuru yerine geçmesin.
Bir insana; 'Pis Kürt', 'Laz Kafalı', ' Ermeni Soyu', 'Megrel Dölü', 'Çingene gibi' demekle, Almanya'da Türklerin Neonazicilerce çatur çutur yakılması arasında bir fark bulamıyorum.
Yahu böyle bir şey nasıl olabilir; Allah'ım suçumuz çok büyük ne olur affet.
Ey güzel Allah'ım günahımız çok büyük, ne olur ateşe atma.
Ayıptır, günahtır.
"Irkçılık haramdır." diye ben demedim ki..
"Irkçılık küfürdür." diye ben demedim ki..
Veda Hutbesi'ne göz atılmasını önemle rica ederim.
Ve şunu da ben hatırlatayım; ırkçılık bir hastalıktır.
Yahu hepimiz aynı anne babadan, hepimiz aynı Adem-Havva'dan.
Ve şunu da hatırlatayım; kimse kurttan falan türemedi.

Yıllarca öldük öldük öldük.
Yıllarca derelerden, nehirlerden kan aktı.
Kan kokusundan gına geldi, yandık da yandık.
Kimileri de su içer gibi içtiler o kanı, onunla beslendiler.
O kanla pirim yaptılar, onunla doydular.
Ama artık dur denmeliydi ve eller taşın altına konmalıydı.
Ve bu noktada pahalar çıktı meydana. Kimin kaç para olduğu anlaşılmaya başlandı.
"Kan kan kan" diyenlerin boyunları bükük, içleri buruk.. Ekmek kapıları yıkılıyor çünkü.
Bu memlekete bahar gelsin, dağlarında çiçek açsın istemiyorlar çünkü.
Ve maalesef  'tükürdüğünü yalamak' gibi şeylerden dem vurulması en bayağı savunma.
"Barışı bunlar getirecekse hiç gelmesin." düşüncesi ne kadar da pejmurde, akıl alır gibi değil.
"Bölündük, parçalandık vah vah" haykırışlarının yegane amacı provokasyon.
Gerekirse yalanır o tükürük(varsa öyle bir tükürük).
Ey gözleri kör, ey kalbi kör, görmez misin kan tükürükten daha pis.
Gülecekse artık yüzler, duracaksa kan; verilmesi gereken ödünler verilsin gayrı.
"Kan akmaya devam etsin."cilere karşı da sessiz kalacak değilim.
Kana susamış vampirlere göz yumacak değilim.
Kimse kusuruma bakmasın..
Elimi yukarıya kaldırdım; benim buna itirazım var.
'Akıl'lığım tartışılır ama, sürece destekte listenin başına yazın beni.
Gel bu sürece çanak tutalım.
Sürece balta, çanağa tekme vuranların kıçına tekmeyi çoktan bastım.
Ve "Ya herrü ya merrü" diyerek barışa çabalayanlara tebriklerim var, alkışlarım var.
Kanı durdurmaya niyetlenenlerin niyetine gönülden takdirlerim var.
Sürece fedakarlıkta listenin başına yazın beni.

Ve üç beş yazar parçasına selamım var;
Sizi doğuranların yanına kar kaldı kasıklarındaki sancı.
Sizi doğuracaklarına birer odun parçası doğursalarmış, belki bir marangozhanede azıcık yontulur da bir baltaya sap olurdunuz.

Kimse kusuruma bakmasın;
Ben vampir olmayı değil, barış güvercininin kanat çırpışını izlemeyi tercih ediyorum.
Uç güvercin uç.. Vampirin yetişemeyeceği yükseklerde uç.

Haydi vira Bismillah. Haydi eller havaya; oğlumun adı Barış, kızımın adı Sevgi.

e.p

15 Mart 2013 Cuma

Sancı

Güneşli havada şemsiye açana garipseyerek baktık..
'Şemsiye'nin, 'güneş' kelimesinden türemiş olmasına rağmen.
Ve kahvehanelerde çay satılmasını normal karşıladık; adı 'çayhane' olmamasına rağmen.
Siyah ve beyaz renk değil sanki; renkli televizyona 'renkli televizyon' dedik..
Çay bir bitki değil sanki; bitki çayına 'bitki çayı' dedik..
İşte aynen böyle.
Bazı şeylerde mantık yok.
Gerçekten de yok.
Mesela aşk ve mantık aynı yerde durmuyor.
Gönül dedikleri yerde, mantığın esamesi bile okunmuyor.
"Gönül ferman dinlemez."e inanırız da, gönül ferman dinlemediğinde neden şaşarız o halde?

Yok yok..
Bu aşk dedikleri şey bakkaldan gofret almaya benzemez.
Bir akşamüstü gezintisi değildir.
Parmağını dilinle ıslatıp, okuduğun kitabın bir sayfasından diğerine geçmek değil.
Televizyon izlerken; eski tarihli gazetenin renksiz bir çıkmasına tırnaklarını kesmek gibi bir şey değil.
Küfürbaz dizinin bayağılıklarına gülmek gibi bir şey değil (merhaba Behsat Çe, merhaba Boş İşler Güçler vs.).
Bu şey o kadar basit değil.
Ama bir uçurumdan düşmek gibi olabilir mesela.
Hem belki de o yüzden sevgilinin ismi 'yar'.
Hem belki de o yüzden yürek yarasının ismi 'yara'.
Kim bilir, belki de.

O belki de Kaf Dağı'nın ardında, Kef Vadisi'nin tam ortasında.
O Serendip'te. Adem ve Havva'da.
Elmada. İncir yaprağında.
Belki de.
O çok yaman bir iddia.
Zümrüd-ü Anka'nın göğsündeki lades kemiği gerek o halde.
Öyle bir iddia gerek, öyle bir meydan okuma gerek.
Öyle bir fedakarlık, öyle bir cefa gerek.
Çokça şeyi göze almak..
Elini taşın altına koymak yetmez de; taşın altına girmek gerekir belki de.

Yahu bu hal, öyle bir hal..
Deli kıyafeti giymiş gibi; kıpırdayamazsın.
Karabasanla sevişir gibi; nefes bile alamazsın..
Bu sancı, öyle bir sancı.
Bu hal, öyle bir hal..
Bu hal, koca padişaha cariyesi için; "Ayaklarını öperim." dedirten bir hal. Anlayamazsın.
İçin yanar da susarsın.
Susarsın da, bir damla su bulamazsın.
Dolanırsın dervişler gibi, abdallar gibi; Pir Sultan gibi, Kaygusuz gibi.
Gidersin yane yane, aşk boyayıverir seni kane; Yunus Emre gibi.
Dolandıkça acıya bulanırsın. Yolları ölçtüğünle, parke taşlarını saydığınla kalırsın.
İşte bu hal, öyle bir hal..
An olur, hiç tanımadığın birini kıskanırsın.

Veremli değilim ama ben de şiir yazarım arada.
Hem, kelebeğinki kadar olmasa da benimkiler de rüya nihayetinde.
Vay halimize..
Vay halime..
Zor bir şeymiş hayat.. Şair olmak da yetmiyormuş.

Öyle ya..
Elden bir şey gelmediği zamanlarda, gerçekten de elden bir şey gelmiyor.
Nasıl bir adım atman gerektiğini bilemediğinde, gerçekten de nasıl bir adım atacağını bilemiyorsun.
Yapacak bir şeyin olmadığında, gerçekten de hiçbir şey yapamıyorsun.
Kural, basit kural: Hasta olan iniler.
Kaide, basit kaide:
Gülmek zorken gülmek gerçekten de zor.

Yahu bu nasıl oluyor?
Kütüphanenin karmaşası.. Aradığın şeyi bulamıyorsun; PL 278, QP 123, SL 343
Pis caddler; pet şişeler, çikolata ambalajları, tükürükler..
Televizyondaki saçma diziler, komik olmayan komediler, vurdu kırdı heberleri.
Esbjerg'i özledim. Danimarka'yı özledim.
Savaşlar; soğuk savaş, sıcak savaş.. Bolşevikler, Monşevikler.
Yahu bu nasıl oluyor?
Geri dönüşüm çok gerekli.
Hitler'in intiharı; ırkçılık, ayrımcılık.
Aşk. Sevmek.
Siyahlar, beyazlar; Kızılderililer, Aborjinler..
Zerdüştler, Şamanistler.
Yahu bu nasıl oluyor? Nasıl oluyor da hepsi aynı yerde, üst üste toplanabiliyor?
Hepsi aynı anda. Hepsi aynı yerde.
Seviyorum. Kızıyorum. İnsanlar ölmesin. Irkçılık ne saçma. Çocuklar ağlamasın. Mahçubiyet. Masumiyet. Cennet. Cehennem.
Yeni İçişleri Bakanı iyi. Turizm Bakanı keşke değişmeseydi.
Pangram çok enteresan.
Deja-vu. Jamais-vu.
Jö mapel İsmail.
En kolay akor geçişi; mi minör-la mimör.
Hepsi aynı anda. Hapsi aynı yerde.
Piyano çalmak istiyorum. Keşke keman çalabilsem. Haksızlık. Cesaret. İtiraz. Yanlışa yanlış. Doğruya doğru. Sevmek ne güzel. Herkes eşit. Bazı caddeler çok şanslı. Hemşinliler Laz değil; olsa da mühim değil. Cennet'e girebilmek. Kitap yazmak. Yaz. "Oku". Sevmek ne güzel. Floransa ne güzel yer. İnsanlar gülsün. Bazı mağaza vitrinleri benden daha şanslı. Herkes mutlu olsun. Savaşmak ne saçma. Şarkı yazalım. Hepimiz dünyalıyız. Herkese merhaba. Ne güzel gülersin. Sen hep gül. Aşk ne güzel. Leyla ile Mecnun. Ya başkası? İhtimaller. Eyvah. Düşünceler. Hayaller. Sevinç. Hüzün. Şüphe. Aman Allah'ım. Sorular. Sen hep gül. Güneş doğsun. Soru işaretleri. Belirsizlikler. Diyalog. Yok. Hayırlısı. Son zamanlarda ne çok duydum. Ne çok söyledim. Hayırlısı.
Yahu bu nasıl olabiliyor? Bu nasıl bir kafa karışıklığı?
Hepsi aynı anda. Hepsi aynı yerde, üst üste. Hepsi beynimde.
Anne..
Beynimi yiyorlar anne.
Beynimi yiyorlar..

Kaç o zaman kaç..
Hem bazen gereklidir hani 'kaçış'.
Hem ne güzel bir şarkı ismi gibi.
Onlarca dakika, yüzlerce kelime;
Ve malesef netice; ziyadesiyle kafa karışılığı.
Bugünkü dersimizin konusu yine "Çileli başım"
Bugün yolda yine "Ellerimi uzattım, gönlümü açtım.. E gelmiyor musun?"u gördüm.
Bugün yolda yine "Kardelenler çiçek açtı, gelmedin."i gördüm.
Yine de güldüm.. Zoraki güldüm..
Aynada, ağlayan palyaçoyu gördüm.

Yahu zaman nasıl bir kavram.
Zaman ne kilit bir nesne.. Ne derin bir felsefe.
Her şeyin ilacı onda. Her derdin devası.
Ozzy Osbourne'un şöyle dediğini hatırlıyorun: "Time will kill all the pains." , "Zaman tüm acıları öldürecek."
Öldürsün.
Ama benim duygularıma dokunmasın.
Acımı bastırmak için duygularımı öldürmesin sakın ha.
Varsın olsun; yanalım.
Yahu kanarsak kanayalım.
Leheb taş attı, eli kurudu.
Aşığın suçu ne? Ne yaptı da yüreği kurudu?
Olsun. Kurusun.
Ama sakın ha sakın!
Kimse beni, sevgilerin bir gün öldüğüne inandırmaya çalışmasın.

Çünkü yağmur duasına çıkarken, yanıma şemsiye almıyor oluşum; inancım olmadığı anlamına gelmiyor.
Nedeni yağmura susayışım.
Yağacak.
O yağmur yağacak.
Serinlik olacak yangına.
Sırılsıklam edecek beni.
Kollarımı haddince açıp kucakladığım, yüzümden akarken "Hoşgeldin." dediğim günler gelecek(inşallah).
'Umut' diye bir şey var. Hem olmasaydı ne yer ne içerdik; aç kalırdık mazallah.
Yağmuru beklemekten şikyetçi olan kim?
Hem sabır ne güzel bir tevekkül biçimidir.
Yeter ki yağmur yağsın.
Beklenir.
Çokça beklenir.
Ne kadar gerekiyorsa beklenir.
Hem zaten, yaşamak da hızlı bir ölme biçimidir.

Yahu yanarsak da yanalım..
Kanarsak da kanayalım..
Üzülüyorsak da üzülelim; bizden ötürü kimseler üzülmesin yeter ki.
Hem bak; ağabeyi ölüm döşeğinde yatıyor, "Yapacaklarımı yapamadım.. Yeterince yaşayamadım." diye yakınıyor.
Cevdet Bey ise "Senin adına üzülüyorum." diyor.
Ağabeyinin cevabı ibretlik:
"Benim için üzülme.. Beni anla."

Koca pembe kulaklıklı küçük çocuk ne kadar da güzeldi;
Annesinin elindeki sigara o kadar çirkin.

(Orhan Pamuk'a, Yılmaz Erdoğan'a, Yaşar Kurt'a, Mevlana'ya,
Bir de bisiklet yolunun kenarındaki banka teşekkür ederim)

e.p

2 Mart 2013 Cumartesi

Yeşil Güzel Bir Renktir


























İmaret'in avlusuna sığındım bugün..
Muhabbetin havlusuna sardılar beni.
Hüseyin Amca, Tevfik ve diğerleri.

Ayakkabımda; serçe parmağıma denk gelen yerin yırtık oluşunu sevdim.
Diğer yerlerinin yırtık olmamasına şükrettim bugün.
Avucuma para konmamasına hayıflanmadım;
Elimin okşanıp, "Meteliğim yok, kusuruma bakma kardeşim." denmesine teveccühle teşekkür ettim bugün.

Yanımdan geçen, güzel vücutlu güzel kızı aç kurtlar gibi seyretmeyişimle içten içe övündüm.
Övüncümde kibir bulup, ukalalığıma sitem ettim.
Niyetçi tavşan masumiyetiyle liseli kızlara yanaşan, pis sakallı pis adamın niyetini yüzünden okudum; okumayı söktüğüm güne lanet okudum.
O'nun adına ben kızardım, ben utandım.
Ve "Ukalalık, tacizden iyidir."de mutabakata vardım bugün.

Banka yazılmış telefon numarasını komik buldum.
Ciddiye alıp, numarayı çevirenin çabasını daha da komik buldum.
Numaranın gerçek olma ihtimalini ve onu oraya yazanın hevesini daha da komik buldum.

Duvarın hemen dibinde oturan; tespihli, kasketli amcaların sohbetine imrendim.
Hemen yanımdaki yaşlı çiftin konuştuklarına kulak kesildim.
Telefonla konuşan tesisatçının jargonundan üç beş bir şey öğrendim.
Sigarasını keyifle yakan çocuğa "Hayat sana güzel." der gibi,
Sigarasının sonuna gelmiş amcaya "Dertlerini de sigaran gibi yakıp bitirebildin mi bari?" der gibi baktım.
Her ikisine de "Ne halt ediyorsanız edin, dumanı bana doğu üfürmeyin." der gibi baktım.
Ve bana doğru "Ne yazıyor acaba?" der gibi bakan adama, yanağımın sol tarafından dişlerimi hafifçe gösterecek şekilde yaptığım; sahte, eğreti tebessümle karşılık verdim.

Ağaçların haklı özlemine hak verdim..
Onlar da özlemiş baharı;
Yeşili istiyorlar..
Bıktırmış artık sarı.
E öyle ya; yeşil güzel bir renktir.
"Yaz gelse de şenlensek." diye bekleyen havuzun yanı başına, avlunun orta yerine dikilmiş; o acımasız, o hunhar, o çirkin koca beton direğe karşı, ağaçların haklı küfrüne hak verdim..
Ekmek parçalarına hevesle saldıran kuşları hevesle izledim; ekmekleri bırakanları taktir edip, "İnsanlık ölmemiş."e sevindim bugün.

Oturduğum bankta geriye doğru yaslanıp, biraz sıyrılır gibi oldum bugünden.
Birkaç 'flashback'e teslim oluyormuşum meğer:
Karşımdakinin saç yönünden sıkıntılı olduğunu unutup, muhabbet esnasında "Kelin ilacı olsa...." benzetmesini yaptığım için kendime bir kez daha güldüm.
Hastanede, muayene sırasını  gösteren ekrandaki hasta isminin 'Şifa' oluşunun garipliği üzerine bir kez daha düşündüm..
Kelin ilacı yok başına, Şifa'nın şifası yok derdine..
Ve 'merhaba'.
"Benden sana zarar gelmez."ken, 'merhaba'nın manası; üslubu tutturamadığım için, "Saygısızlık yapmış gibi mi oldum acaba?"ya bir kez daha takıldım.
Kendime kızdım.
Misket büyüklüğündeki taşa o hışımla tekmeyi bastım.
Hocanın, özrümü duymamış olma ihtimaline üzüldüm..
O halde tekrar:
Afedersiniz Barış Hocam. Kabalık etmek istemezdim. Yanlış anladınız beni;
".....Sizin çadıra gelişim, küçük kardeşini görmek için."

Ve hocalardan bahis açmışken;
Ahmet Hocam..
Yahu sen ne güzel bir adamsın. Canımızın içisin tabir yerindeyse.
Gözümüzün nurusun adeta;
"Roniya çave me"
Doğru..
Terziler, her şeyi diktiler; kendi sökükleri hariç.
Bir de, insanların yürek yaraları hariç..
Bu arada, yeşil ne güzel bir renktir.
"Roniya çave mın"

Ve,
İnsanların aynı enlemde, farklı boylamlarda olabilmesi düşüncesine şaşırdım.  (Benbunainanmadım1)
Sen o diyarda bir şeyler okur, ben bu diyarda bir şiir yazar..

Ve malesef;
Devrildi o ağaç.
Kestiler o ağacı..
Kimi ümitler gibi;
Belki de Setterhan'ın hayalleri gibi;
Kuru bir odundan fazlası değil artık Nar Ağacı.
Kuruyan bir; 'siz' yerine 'sen' diyebilmek hevesi gibi.
Kuruyan bir; 'sen ve ben' yerine, 'biz' diyebilmek hevesi gibi..

Öyle..
Gökyüzü bazen gerçekten de insanın ciğerine ciğerine doluyor.
"Eksik bir şey mi var hayatımda?" sorusuna; canhıraşane "Evet." diye cevap verdim bugün.
Çünkü gözlerim gerçekten de sık sık dalıyor.
"Evet"imin avludaki yankısının, yüzümü dövmesine, tenimi yakmasına, etimi acıtmasına müsade ettim bugün.

Evet..
Bugün yine en çok O'nu düşündüm.
Belki de her adımda.
Gülüşünde neşeler buldum.
Hüzünler buldum "Sen ayrııı, ben ayrı." der edasında. (Benbunainanmadım2)

Ve fakat;
Vurdukça güneş yüzüme, karşı koydum hüznüme..
Gülen yüzler çizdim gökyüzüne elimle.
Bulutlara selam verdim, rüzgarı dudaklarından öptüm.
Hüznüme çağırmamıştım da,
Ortak ettim onları da; bir anda peyda olan, bir anlık sevincime.
Ve göz kırptım şu Kızılderili şiirine:
"İçimden gülmek geliyor, kızağım kırıldı diye.
Kaburgaları çıktı diye gülmek istiyorum.
Yolun ortasında buza saplanmışım,
Başımın çilesi..
Gülmek geliyor içimden..
Oysa gülecek ne var bunda?"

Kızağım kırık ve yolun orta yerinde öylece kalakalmışım.
Ve gerçekten de hiç komik değil bu hal.
Ama yine de,
"Somurt!" diyen hayata küstahça sırıttım..
Sakızımı yüzüne doğru patlattım, şımarıkça dil çıkardım hayata bugün.


(İmaret Günlüğü)

e.p

26 Ocak 2013 Cumartesi

Kara Gün


Bugün kara gün,
Bugün benim adım Kara..
Sevincim yenik düşmüş inatçı bulutlara.
Gölge, ümitlerime keder;
Karanlık, korku.
Soğuk, ürkek ruhumun yegane dostu.

Güneş..
Gül güneş..
Gül de yüzümü sıcağa boya güneş.
Bulutları yak, bitsin bu kış.
Titrek dudaklarımı ısıt, bağrıma düş;
Başlasın bir düş..
Gölgeden kurtulsun, yeşersin ümitlerim;
Gül de başlasın, bahara dönüş.


e.p

12 Ocak 2013 Cumartesi

Bir Ölüden Mektup Var


Nasıl kıydın ki bana.
Nasıl da vurdun beni, sevgili silah arkadaşım(sana ne kadar 'arkadaş' denilebilirse artık).
Oysa beraberce, aynı yemekhanede yemedik mi aynı yemeği.
Nohut pilava burun kıvırmadık mı ikimiz de şakayla karışık.
Bardağına ben doldurmadım mı suyu; altı genişçe, üstü boruya benzeyen sürahiden.
Sahte bir ciddiyetle, içten içe gülerek devretmedik mi birbirimize nöbeti.
Yatakhanemiz aynıydı.. Beğenmezdik ya hani süngerini yatağın.
Sen üstte yatardın, ben üç ranza sonra, altta.
İkimiz de güylüyorduk ya hani o lüzumsuz "Lüzumsuz ise söndür." notlarına..

"Lüzumsuz ise öldür." ?

İkimizi de aynı berber traş etti, ikimizin de saçları üç numaraydı ya hani.
Takılmıştık da gülüşmüştük, "Senin traş olmana gerek yok." diyerek alnı yanlardan açık arkadaşımıza.
İkimizin de kılığı aynıydı tepeden tırnağa, bedenleri hariç.
Benimkinin kolları azcık uzundu, ama olsun.
Aynıydık sonuçta.
Ben de "En büyük asker bizim asker."dim tıpkı senin gibi. Tıpkı herkes gibi.
Hep aynıydık hep.
Ben de kahramanlar gibi uğurlandım otogardan, konvoyla; tıpkı senin gibi. E tıpkı herkes gibi.
Benimki de vatan borcuydu, seninki de, herkesinki de.
Hep aynıydık sevgili silah arkadaşım, hep..
Ama belki de ismim seninkine benzemiyor diye kıydın bana, döktün kanımı.
Bastın tetiğe de aldın canımı.
Düşünmedin hiç annemin nasıl ağlayacağını, babamın yüreğine düşecek korları.
Belki de ismim Ali, Veli, Ahmet, Mehmet değil diye bastın tetiğe, acımadın da.
Beni de öldürdün; kardeşliğimizi de, insanlığı da.

Cahilliğine versem ne olur ki.
Hadi seni affetsem; ölümümü, öldürülüşümü görmezden gelenlere ne diyeyim?
Katledilişimi gizlemeye kalkanlara ne diyeyim?
Genç yaşımda yok edilişimi meşru sayanlara nasıl tahammül edeyim?
Onlar da en az senin kadar katil. Belki senden de fazla.
Ben öldüm toprağa uzandınm da, onların yatacak yeri var mı bilmiyorum.
Toprak onları bağrına kabul eder mi bilmiyorum.
Onları da, seni de.

"Hani siz bir adam öldürmüştünüz de, bu suçun sorumluluğunu birbirinizin üstüne atmıştınız. Oysa Allah, sizin örtbas ettiğiniz her şeyi açığa çıkaracaktır."

Bir gün elin kanadığında ya da dişlerini fırçalarken dişini kanattığında(sen hala canlı olduğun için dişlerini fırçalayabilirsin), dikkat kesil;
Ve benim vücudumdan dökülen kanları da hayaline getir.
Her ikisinin de aynı renkte olduğunu gördüğünde utan.
Tüm insanların kanının aynı renkte olduğunu anladığında utan..
Masum birini öldürmenin, tüm insanlığı katletmekle aynı olduğunu bildiğinde yüreğin yansın(varsa yüreğin).
Dininin gereklerini yok saydığını farkettiğinde yüzün kızarsın(biliyorsan eğer ar etmeyi).
Sana "Öldürme, yaşat." dediler de, sen o sözü tutmadın.

Ve göz renkleri farkı farklı olsa da, gözyaşlarının aynı renkte olduğunu bil.
Tüm insanların aynı renkte üzüldüğünü, aynı renkte ağladığını bil.
Hem; aynı renkte sevinip, aynı renkte güldüğünü de..
Çok şeyin, çok az değiştiğini kişiden kişiye.. Bil.
Bütün annelerin evlat acısının rengi, bütün babaların yürek yangınlarının ırkı aynıdır mesela, unutma.
Ağlarken annem ölümüme hıçkırarak,
Ve canı çıkmış bedenimi yıkarcasına dökülürken yaşları sağanak sağanak;
Senin annen, televizyonda tekrarı yayınlanan bir diziye gülüyordu belki de?
Bir hayat, uyarlama bir dizinin reklam arası kadar ucuzdu belki de?

Bil; bir insanın ismi yüzünden, ırkı yüzünden, rengi yüzünden öldürülemeyeceğini.
Bil; bütün ölümlerin aynı renkte olduğunu.
Ve dirilişin yine tek bir renkte olacağını.
Tüm insanların aynı anne babadan, aynı Adem-Havva'dan geldiğini bildiğinde yan..

Döküldü ya kanım, öylece kalsın. Sakın kimse öcüm falan almaya kalkmasın.
Kanım isyan olsun bu yaman ihanete.
Çürümüş etim nişan olsun insanı insan olduğu için sevebilmeye.
Kemiklerim ırkçılığın kafasında paralansın.
İsmim hatıra kalsın 'insan sevgisi' dedikleri şeye.
Tabutuma sarılan bayrak, ders olsun aleme.

Nişanlım başkasına yar olmasın ne olur.
Hiç doğmayacak; saçlarını okşayamayacağım kızıma Sevgi, bağrıma basamayacağım oğluma Barış desinler.
"Oğlumun adı Barış, kızımın adı Sevgi."
Ha bir de; anneme söyleyin, ağlamasın daha.

Bu mektup benden sanadır.
Ahım tüm insanlığadır.

__Sevag__



(24 Nisan 2012 tarihinde yayımlanan "En Büyük Asker Bizim Asker, Başka Büyük Yok" başlıklı yazıya ayrıca bakmanızı rica ve tavsiye ederim.
http://hayatbazencok.blogspot.com.tr/2012/04/en-buyuk-asker-bizim-asker-baska-buyuk.html?m=1
Bir yanlışa tepkisiz kalmanın da sorumluluğu olduğu unutulmasın.)


e.p